6 Nisan 2013 Cumartesi

Zerkalo ve Uçuşan fikirler


 
Zerkalo;  1975 yapımı Tarkovsky sinemasının baş yapıtı olarak bilinir. 

 Replikleri şiirlerle sanki  yansıma yaparak kulaklarınızdan beyninize nüfus ederken, gözleriniz  da vinci’nin tablolarında ki iki temel özellik olan; durumu son derece sakin bir bakışla ele alma ve aynı zamanda tam zıttı duygularla da zihninizde yer alabilme özelliklerinin benzerini yaşarsınız. Tekrar tekrar baktıkça başka bir ipucu gözünüze ilişir. Ya da-ları sıralarsınız ansızın… Tereddütleriniz duygularınız sorgulamaya dönüşür. Baştakini sonda sorgularken sondakini başa sorar olursunuz film bitince içinize kulak verir geçen dakikalarca içselleştirmeye devam edersiniz.

Başlangıçta sorgulama ve hissiyatla izlediğiniz filmler aslında tarkovsky i de anlama ve tanıma yoludur. Filmleri izledikçe ve okudukça ondan bir parça öğrendiğinizi anlarsınız. Zerkalo da tarkovsky i tanımak için en güzel örneklerdendir. Bizatihi insanı anlamak için çocukluk anıları denilen anılarından yola çıkmıştır yönetmen ve dahi üstüne sinema sanatını kullanarak sanatçı olma yetisiyle özgünlüğünü sanatında haykırıp kendini belli etmiştir sıkça.

Filmden tarkovsky e tarkovsky den filme geçişimi yadırgamayın bu yüzden efendim ; J

Sinemanın en temel ögesinin gözlem olduğunu ve haiku’nun o saf gözlemlerini oldukça çok seven tarkovsky bu sebeple olsa gerek bir  film için şunları dile getirir;

 ‘’Film, hayatın dolaysız gözleminden doğar. Bu benim için, filmsel şiirin en doğru yoludur.’’

Ve bu gözlemleri  diğer filmlerinde olduğu kadar zerkaloda da özellikle çok derinden hissederiz.

Tarkovsky gözlemlerinin şöyle bir özelliği var sanki.  İnsanın hayatında karşılaştığı olası şeylerle aklımızı allak bullak edebiliyor ve bu olası şeylerin içimizde bir yerlerdeki anılarımızı ve duyguları dürtebilmesine olanak sağlıyor.

Şöyle ki her bi tarkovsky filmi izlediğimde bir iki gün kendime gelemiyorum. Ve filmi bitirdiğim anda öylece durup bir düşünüp bu filmde neydi şimdi diye tarifsizlik ruh hali içine giriyorum. Sonrasında ifadelerim toparlanmaya ve olayı anlatmaktan çok şunları hissettim acaba şu da bu muydu kileri sorgulamaya başlıyorum.

Başta dediğimiz da vinci tablosu gibi misali için; ‘böğürtlenler önünde genç bir kadının portresi’ adlı tablosu da buna istinaden olsa gerek ; babanın savaş sırasında çocuklarıyla buluştuğu sahnede yer alır. Ve başka bi his de gençlik yıllarındaki çocuğun annesinin gelecekte eşi rolünde oynayan oyuncuyla aynı olduğunu gördüğümüzde ki algılarımızdır. Algımızı ve dahi zaman kavramını allak bullak eder zihnimizde yönetmen böylece.

Savaş sahnesi evet çocukluk yıllarında bir de savaş sahnesi yer alır filmde… bakın kendi ağzından alalım o parça nasıl yer aldı filmde;

’Bir zamanlar, yani filmin çekim çalışmalarına başlamadan yıllar önce, bana acı veren bu anıları kağıda dökmeye karar vermiştim, hemen bir film olması şart değildi. Bir keresinde de savaş yıllarındaevlerin boşaltılmasıyla ilgili bir öykü kalame almak istemiştim,askeri eğitim olayı ana kurguyu oluşturacaktı. Ama bu konunun, uzunca bir öykünün  ya da novella nın ağırlık noktasını oluşturamıyacak kadar önemsiz oldugu ortaya çıktı. Bende vazgeçtim. Ama çocukluğumda beni bu denli etkileyen bu öykü bana eziyet etse bile anılarımda yaşamayı sürdürdü, en sonunda filmimim küçük bir epizodu olarak yerini aldı. ‘’

Düşünelim mi az… acaba bizde neler oldu bitti… bizim savaş anılarımıza? Çocukların zihinlerinde yer alan o sahnelere ne oldu? O çocuklar büyüdü ve bizlerin dedeleri olan o zihinler neler çekti ve bize bunlar nasıl yansıdı? Hayır hayır sadece savaşlarımız da değil daha bizler yokken bizim dedelerimizin zihninde yer edenler ve dahi benim öyle bir anım olmasa da hala o zamanların acısını sızısını hissettiğim o anlar…

Ahh evet savaşlarımız… sonrasında kurtulduk kurtulmak için dediğimiz inkılablarımız… belleklerimizi geçmişimizi varımızı yogumuzu ve silinenler… evet yazılı kaynaklar yok oldu evet dilimiz yok oldu. Ama ya anılar? Ve o zamanların kahırlarının bu güne yansımaları? Bir çok şeye neden diyoruz yine başkalarına kızıyoruz? Nedendi acaba?

 Her şeyi silmişler ama anılar kalmış kalırmış işte! Her şeyi süpürmüşler toz yıgını olmuş üstü örtülmüş ama çakılan çivinin yerinin kalması gibi izleri durmuyor mu sizcede? hala umut var hala bişi var… Yanlışları fark ettikçe benligimiz anılarımız canlandıkça ve dahi başımızı çevirdikleri yöne değil istediğimiz tarafa bakma iradesi gösterebildikçe de umut olacak inşallah.

Konuyu dağıttıktan sonra şöyle toparlamaya çalışayım ; J

Zerkalo’da tarkovsky babası arseny tarkovsky’nin şiirlerine oldukça sık yer verir. Filmde replikler neredeyse şiirlerdir. Yavaşlatılan yada bişilerin değiştiğini hissettiren bu anlarda özellikle şiirlerin vurgusu yönlendirme olmaksızın izleyiciyi başka diyarlara götürür ve adeta izleyene açık bırakılmış bir kapıdır bu anlar.

‘’ Şiirsel bağlantılar, olağan üstü duygusal bir ortam yaratarak seyirciyi harekete geçirir. Seyircinin hayatı tanıma faaliyetine katılmasını özellikle sağlar, çünkü ne hazır bir sonuç sunmakta ne de yazarın katı talimatlarına dayanmaktadır.kullanıma açık olan tek şey, canlandırılan görüntülerin derin anlamını bulup keşfetmeye yarayan şeydir. ‘’

Zihinde ve benliğinizde bu tür etkisi olacak bir film zerkalo. Yaşanmış olaylar sonrasında varılan sonuçları acılarını borçlu hissettiği insanları dönemin kendisindeki etkilerini…  filmde var olan bu tür şeyleri neden seçtiğini anlayabilmek için tarkovsky nin şu ifadelerine de göz atmakta yarar görüyorum.

‘’ Sonuçlarla uğraşırken ister istemez kaynağa, yani sebeplere geri döneriz, yani –biçimsel olarak konuşacak olursak-bilincin yardımıyla  zamanı geri döndürürüz!  Ahlaki anlamda da sebep ile sonuç sürekli birbirleriyle yer değiştiren bir bağ oluştururlar. Ve bu durumda insan, ister istemez geçmişine geri  döner.’’


‘’ Bir kimse bize örneğin çocukluk anılarını anlattığında elimize o insan hakkında geniş bir bilgiye sahip olmaya yetecek malzeme geçmiş olur.  Anılarını hafızasını kaybetmiş bir insan hayali bir varoluşa hapsolup kalmıştır. O artık zamanın dışına düşmüş ve görünür dünyayla arasında bir bağ kurma yeteneğini yitirmiş bir insandır. Bu ise onun deliliğe mahkum edilmesi anlamına gelir. ’’

Herhangi bir kurguyu ya da yalan bir öyküyü değil hayatın içinde var olan değerleri sinema sanatının etkisiyle haykırır adeta tarkovsky…  yetmezdi tek kendi hayatı insana. Sonsuza aç bi yaratık çünkü insanoğlu. Tek bir yaşam sonlu şeylerle yetinmez asla! Demi, neden zamanda çokluğa ihtiyaç duyardı insan?

‘’ Genelde insan, yitirilmiş, kaçırılmış ya da henüz erişilmemiş zaman yüzünden sinemaya gider. Hayat deneyimleri arayışı içinde oraya gider, çünkü sinema, başka hiçbir sanat türünün başaramayacağı kadar insanın olgusal deneyimini genişletir, zenginleştirir ve derinleştirir, hatta yalnız zenginleştirmekle de kalmaz, adeta gözle görülür bir şekilde uzatır da. Yoksa ‘star’lar, bıkkınlık veren konular, günlük hayatı unutturan eğlence değil.  ‘’

Filmde geçmişe dönme halleri gelecekle iç içe geçmiş ve zaman kavramı da sorgulatılmıştır adeta… filmin ilginç ve en önemli yönlerinden biri de zaman kavramı hususudur.

Filme başlarken oldukça önemli noktalara dikkat çekiliyor ve sonrasında filmi başlatıp o cümlelerde geçenleri hissediyoruz gibi geldi bana. Ne bileyim yani sona yaklaşırken aa tam da başta şunu demişti dedim birkaç yerde. Yani direk bu film şudur olaylar şunlardır öncesi ve sonrası da şudur diyemememi biraz garipsesem de film bitiminde boş, boşluk değil bir şeylerin soruları ve böyle duymayı istediğiniz beklediğiniz şeyleri tanıdık ama uzak olan şeyleri görüp bir duraksama hali oluyor gibi.

’Sonuclarla uğraşırken ister istemez kaynağa, yani sebeplere geri döneriz, yani –biçimsel olarak konuşacak olursak-bilincin yardımıyla  zamanı geri döndürürüz. Ahlaki anlamda da sebep ile sonuç sürekli birbirleriyle yer değiştiren bir bağ oluştururlar. Ve bu durumda insan, ister istemez geçmişine geri  döner.’’

Mesela aklıma geldiği kadar sıralayacak olursam;  filmde yoldan sapıp içeriye sırtı dönük bayana yaklaşan adam ve oturdukları çit kırılıp düştükten sonra - evet bence bu düşüş öylesine bir düşüş olmamakla birlikte düştükten sonra- arı vızıltısının sesi yoğunlaşması kulaklarımızda enteresandır  ki adam şunu söyler zaten;

’ Dinle, düştüm ve ilginç bir şeyler buldum. Şu köklere, şu otlara bak. Hiç bu bitkileri merak ettin mi? Şu bitkiler hisseder, bilir, hatta anlarlar… ağaçlar, bu fındık çalılığı…
-          O bir kızıl ağaç
-          Fark etmez! Biz etrafta koşuştururken ve basma kalıp konuşurken…
Bu içimizdeki doğaya güvensizliğimizden kaynaklanıyor. Her zaman bu şüphecilik, telaş ve durup düşünecek zamanımız yok! ‘

Fark etmek için düşmek gerek gerçekten de. Başımıza bişi gelmesi  gerek!  Ve evet dibimizde duran şeylerin gerçekte ne olduğunu farkedemiyoruz ha kızıl ağaç ha fındık ağacı… Doğayı fark etmek, güvenmek, durup düşünmek…  fark etmez demiş yönetmen; fark etmemeli gerçekten, yada fark edecekse neden fark etmeli yada ismini bilip hissetmemek mi o ağacı kadının ki gibi yada ismini bilmesen de sadece hissetsen mi doğayı, kulak verebilsen mi adamın düştükten sonra farkına vardığı gibi?

Bazen yanı başında olandan çok dışarıdan gelip bakanlar fark eder ya o misal sanırım adam bilmiyor ismini ama fark etmez! Sonuçta fark etti varlığını ve dinledi agacı, doğayı…

Burda o adam o tarlada eve yaklaşırken kullanılan bir ifade vardı; 

’ Genelde insanları tanırız, Tarlanın ortasında çalıların arkasında belirir belirmez! ‘’


Komiktir ki bu sahnenin olduğu yeri durdurup düşündüm ve sardım. Bir o kadar tanıdıktı aslında ama bir o kadar da uzaktı.

 Unutmuştum sanki, sahi birini beklemeyeli ya da bu şekilde yoldaki seslerden gelen geçenlerden dönenlerin olduğu bir yerde yaşayıp yani yolu gözleyip ‘’bekleme’’ halinde olmayı ‘’yolunu gözleme’’nin ne oldugunu unutalı epey olmuştu.

Hatırlıyorum da küçükken babamı beklerdik mesela eve gelsin diye kapı tıkırtısı, kapıya vuruş şekli beklenen anı sabırsızlatan merakla beklediğin bir senfoni sanki , gerilimli değil heyecan ve umutla bekleyiş ya da bahçeli evi olan anneannemlere gittikçe bilirdim ki kapının önüne araba durursa o tanıdıktı akrabalardan biriydi ya eniştemdir ya babam. Ya da dedemin cami yolunu gözlerdik parka gitmek için o cemaat içinde bizim yola sapan kişi dedem olurdu, evet! Yol ayrımında beliren kişiyi tanırız genelde!

 Ama işte neden uzakta kaldı acaba bu sesler bu ruhi hal. Durup düşündüm ne zamandan beri uzak ve uzaklaştıran şeyler nelerdi?

 Birincisi büyümüştüm evden uzaktım ailem akrabalarım yoktu yakın çevremde artık ve bambaşka telaşlar sarmıştı aklımı. Durup düşünecek vaktim yoktu dahası bekleyecek vaktim telaşlıydım hep. Sonra tabi bekleyecek insan da yoktu. Hayır hani hiç mi insan yoktu beklenen gelmesi  desem komik, evet aslında vardı cidden ama düşünsene telefon diye bişi vardı artık ve evler bahcelı degıldı yolu görmuyordu mesela kı yolda beklenen kısı dönünce tanıyalım. Beklenen ya mesaj atardı ya arardı telefonla dışarının sesine kulak verilmez ki şimdiler versem versem ne duyarım biliyor musunuz korna sesleri!  Ana caddeden gecen yığınla aracın sabırsız ve telaşlı korna sesleri. Bekleme devri değişti sanki bi de böyle bir durum var.
Neyse… 

Filmde bu doğanın sesini dinleme hali o kadar baskın hale getirilmiş ki rüzgarın tarladaki sesi  hissedilirken devrilen eşyaların sesini silmiş atmış yönetmen metal kap yuvarlanmış ama onu değil rüzgarı duyuyoruz biz! Belki de öyle olmalıyız, bize bişi anlatırken doğa dikkat kesilmeli ve anlayabilmeliyiz, hissetmeliyiz!
Rüzgar metaforunun güçlü bir etkisi var filmde.

 Yangın başlamadan boş odada masanın üstünde duran bardak yine bir önceki izlediğim stalker in son sahnesini canlandırdı zihnimde. Sonra matrix geldi aklıma kel çocuklar filan bulandı gitti aklım alakalı alakasız bilmiyorum işte öyle oldu .

Tavanın dökülüp düştüğü sahnede ise mevzu direk gerçekliği sorgulattı. İnsanın varsaydığı gerçekler mi yıkılıyordu ve bu gerçeklik duygusu da sanırım inception  filmini hatırlattı orda da rüyanın içinden çıkarken  varsaydığımız gerçekler yıkılıyordu o dünyamızda işte bu sahnede de evet işte gerçekler yıkılıyor dediğim anda ayna da kadının yaşlı halini görüyoruz. Zaman ve gerçeklerimiz. Yine ve yine durup düşünmeye sevkeden hayatta önem verdiğimiz yegane verilerimiz.

Dücane cündioğlu şunları der gerçekler için;

‘’ Bilmediğimiz gerçekler varmış. Oysa gerçek, zaten bilmediklerimizin adı. ‘’

Biraz ürkütücü aa kim yalan diyebilir? Gerçekleri çıkarmaya çalıştıkça insan gerçek kabul ettiği şeylerin arasında kayboluyor.

Ve necip fazıl üstadın şu dizeleri akla geliyor hemen;

‘’ An oluyor bir garip duyguya varıyorum; 
Ben bu sefil dünyada acep ne arıyorum?... (1939)
‘’

 Eğer bir tabusu da yoksa insanın bir şeyi gerçek kabul edecek işte o zaman yaşam enerjisini kaybetmeye başlıyor. Aslında bir çoklarımızda bu boşluğa düşmemek için var kabul ettiği yanlışında ısrar etmiyor mu? Hatadan dönmek demek bazılarımız için gerçeklerini yok saymak demek.

Madem hakikatlerimiz hakkında şüpheye düşebiliyoruz gerçeklerden O’na değilde O’ndan gerçeklere gitmek en dogrusu olsa gerek; bakın üstad bir başka dizesinde de şöyle demiş bunu ifade etmiş sanki,

‘’ Allaha hakikatten yola çıkmak, meşakkat;
Allahtan yola çıkıp varılan şey, hakikat… (1974) ‘’

Aynı şekilde filmde masadaki bardağın izinin geçişini beklerken de aklım o rüya içinde rüya sahnelerine kayıyor. Gerçeği yalandan ayırmak için var saydığımız verilerimiz var. Olmaması gereken şeyi beklemediğimiz yerde görünce şaşakalıyoruz.

Hiç bitmeyecek sandığımız anlarımız ve zamanlarımız ve tek doğruymuş gibi kabullenip telaşla koşturduğumuz gerçeklerimiz… zaman neye tekabül ediyor oysa? Gelecek derken geçmiş derken biz an neydi biliyormuyduk? Ya da bilsek bile bunu tek gerçeğimiz mi yapmalıydık? Bilemedim yine bişiler kaşındırıyor zihnimi ama bulup çıkaramıyorum hissi, sadece bilmiyorum.

Zaman için aklıma hemen şu satırlar geliyor sonrasında;

‘’ Stavrogin: …..apolcalyps’te melek, bundan böyle bir zamanın olmayacagını ilan eder.
Krillov : biliyorum. Orada bu,yoruma yer bıraktırmayacak acıklıkta yer almıs. Bütün insanlar mutluluga kavustugunda da ortadan kalkacak, çünkü  artık gerekmeyecek… çok doğru bir düşünce.
Stavrogin : peki ama zamanı nereye saklayacaklar?
Krillov : Hiçbir yere, zaman bir esya mı? Hayır, yalnızca bir düşünce. Zihinlerden silinip gidecek.
Zaman, ben’imizin varlığına bağlı bir koşuldur.  zaman bizi besleyen bir atmosferdir. Varlık ve varlık koşulları arasındaki bağ kopunca ,kişi ve onunla birlikte kişisel zaman ölünce, zaman da ölür.’’

Çok derin değil mi? Zamana sıkıştırmaya çalıştığımız şeyler, koşuşturduklarımız esasen hepsi birer kabul. Neyin kabullerine inandırıyoruz kendimizi? Kime göre yaşıyoruz? Ee üzüldüğümüz sevindiğimiz şeylerde bu kabullere göre şekillenmiyor mu? Zihnimizdeki fikirlerdir bizleri üzen yada sevindiren. Düşünsenize o halde biz başkasının kabullerine göre seviniyor ve üzülüyoruz… çok saçma değil mi sizcede…  ahh bir daha düşünmeden sevinmeyeceğim de üzülmeyeceğimde diyebilir miyiz peki? Hayır… ne yazık ki hayır… o halde yapabileceğimiz tek şey fikriyatımızı bu bilinçle doldurmak, bunun farkındalığını hep diri tutmak, yapabildikçe zamanla göreceğiz ki sevindiklerimizde üzüldüklerimiz de değişecek ve olması gereken yere rayına doğru yön bulacaktır diye umut ediyorum.
Evet filmde de dediği gibi ‘’sözcükler yeterli değildir insanların hislerini anlatmaya’’ 3 gündür konuşmadım kimseyle dediğinde telefonda annesine durumu açıklar adeta oyuncu.

Evet bazen sözcüklerle kendimizi ifade edemedikçe benim de bu yazıda sıkça yaptığım gibi yetersiz kaldığını hissettikçe benzeri kelimelere sarılıp, dolduruyoruz cümlelerimizi. Yanilerimiz amalarımız aslındalarımız ardı sıra dizilmeye başlıyor değil mi…



 Sadık yalsızuçanların bir öyküsünde geçiyordu; 

 ‘’ bak ağbi edat başlayınca orda bir sorun var demektir.’’

 Şuan hatırlayamadığım bir başka yazıda da;  ‘’ama dan öncesi bir hiçtir! ‘’ diyordu.


Oysa yetersiz bilmelisin ki her şeyi izah edemezsin, bilmesin ki arada durup dinleyebilmelisin sana anlatılanı, doğanın anladıklarını… o halde nedendir bunca çaba bilmiyorum açıkcası, insan bi noktadan sonra sadece hissedeyimle yaşayım okuyayımla da yetinmiyor yazayım anlatayım da istiyor ne yazık ki.

Bir de unutmadan Kuş metaforu vardı anlayamadığım; açıklayamadığım belki özgürlüğü anlatıyordu ama çocuk giderken sürülürlerken şapkasına konmuş olan kuş adamın hastanedeki yatağında bucağında gözüküyor yeniden ve salıveriliyor. Aslında yakalanırken de kaçmamıştı oysa, özgürlük demek de olmaz gibi. Salıverilmek özgürlük müdür? Olmamalı bence. O zaman bu başka bir imge daha bizlere sorgulatan ve kendimizde aratan…

Sabrınıza sağlık ola...

6 yorum:

bir verd i rana dedi ki...

yazı içinde birbirinden farklı çok fazla şey barındırıyor.Okurken o limandan bu limana salınıyor zihin.İnsan gibi. Böyle olunca aklıda çok fazla şey kalmıyor yazıdan sonra.
O yüzden bir mesele üzerinde yazmaya karar verdikten sonra konuyu dağıtmadan, fazlaca alıntılar yapmadan daha toplu yazmanızı tavsiye ederim.
imam ı gazali hazretleri de eserlerini bu şekilde yani bir meseleyi ele alınca yalnızca o meseleyi anlatarak yazmıştır.
sevgiler..

Te_be_ssu_mm dedi ki...

Yapı olarak da aklı allak bullak bi insan olmamdan kaynan bir durmasına mutaabık, filmin iç içe ve yoğun olmasının da bunda etkisi vardır demek yanlış olmaz.

Lakin tabi ki bunun da uygun bir izahı ve derli topusu mutlaka vardır.

Önemli bir husustu; Teşekkür ederim, uyarınızı dikkate alacağım inşallah. :)

bir verd i rana dedi ki...

ha bir de filmin başında duvarda belirlen mikrofonu unutmayalım.filmin nazarlığı..

Te_be_ssu_mm dedi ki...

dogrudur :)

Adsız dedi ki...

kuş metaforu ruha gönderme hocam, okumalarınızı derinleştirirseniz internette bir çok yazıda geçiyor.

Te_be_ssu_mm dedi ki...

Teşekkür ederim.