Zerkalo; 1975 yapımı
Tarkovsky sinemasının baş yapıtı olarak bilinir.
Replikleri şiirlerle
sanki yansıma yaparak kulaklarınızdan
beyninize nüfus ederken, gözleriniz da
vinci’nin tablolarında ki iki temel özellik olan; durumu son derece sakin bir
bakışla ele alma ve aynı zamanda tam zıttı duygularla da zihninizde yer
alabilme özelliklerinin benzerini yaşarsınız. Tekrar tekrar baktıkça başka bir
ipucu gözünüze ilişir. Ya da-ları sıralarsınız ansızın… Tereddütleriniz
duygularınız sorgulamaya dönüşür. Baştakini sonda sorgularken sondakini başa
sorar olursunuz film bitince içinize kulak verir geçen dakikalarca
içselleştirmeye devam edersiniz.
Başlangıçta
sorgulama ve hissiyatla izlediğiniz filmler aslında tarkovsky i de anlama ve
tanıma yoludur. Filmleri izledikçe ve okudukça ondan bir parça öğrendiğinizi
anlarsınız. Zerkalo da tarkovsky i tanımak için en güzel örneklerdendir. Bizatihi
insanı anlamak için çocukluk anıları denilen anılarından yola çıkmıştır
yönetmen ve dahi üstüne sinema sanatını kullanarak sanatçı olma yetisiyle
özgünlüğünü sanatında haykırıp kendini belli etmiştir sıkça.
Filmden
tarkovsky e tarkovsky den filme geçişimi yadırgamayın bu yüzden efendim ; J
Sinemanın en
temel ögesinin gözlem olduğunu ve haiku’nun o saf gözlemlerini oldukça çok
seven tarkovsky bu sebeple olsa gerek bir film için şunları dile getirir;
Ve bu
gözlemleri diğer filmlerinde olduğu
kadar zerkaloda da özellikle çok derinden hissederiz.
Tarkovsky gözlemlerinin şöyle bir özelliği var sanki. İnsanın hayatında karşılaştığı olası şeylerle
aklımızı allak bullak edebiliyor ve bu olası şeylerin içimizde bir yerlerdeki
anılarımızı ve duyguları dürtebilmesine olanak sağlıyor.

Başta dediğimiz da vinci tablosu gibi misali için;
‘böğürtlenler önünde genç bir kadının portresi’ adlı tablosu da buna istinaden
olsa gerek ; babanın savaş sırasında çocuklarıyla buluştuğu sahnede yer alır.
Ve başka bi his de gençlik yıllarındaki çocuğun annesinin gelecekte eşi rolünde
oynayan oyuncuyla aynı olduğunu gördüğümüzde ki algılarımızdır. Algımızı ve
dahi zaman kavramını allak bullak eder zihnimizde yönetmen böylece.
Savaş sahnesi evet çocukluk yıllarında bir de savaş sahnesi
yer alır filmde… bakın kendi ağzından alalım o parça nasıl yer aldı filmde;
‘’Bir zamanlar, yani filmin çekim çalışmalarına başlamadan yıllar önce,
bana acı veren bu anıları kağıda dökmeye karar vermiştim, hemen bir film olması
şart değildi. Bir keresinde de savaş yıllarındaevlerin boşaltılmasıyla ilgili
bir öykü kalame almak istemiştim,askeri eğitim olayı ana kurguyu oluşturacaktı.
Ama bu konunun, uzunca bir öykünün ya da
novella nın ağırlık noktasını oluşturamıyacak kadar önemsiz oldugu ortaya
çıktı. Bende vazgeçtim. Ama çocukluğumda beni bu denli etkileyen bu öykü bana
eziyet etse bile anılarımda yaşamayı sürdürdü, en sonunda filmimim küçük bir
epizodu olarak yerini aldı. ‘’
Düşünelim mi az… acaba bizde neler oldu bitti… bizim savaş
anılarımıza? Çocukların zihinlerinde yer alan o sahnelere ne oldu? O çocuklar
büyüdü ve bizlerin dedeleri olan o zihinler neler çekti ve bize bunlar nasıl
yansıdı? Hayır hayır sadece savaşlarımız da değil daha bizler yokken bizim
dedelerimizin zihninde yer edenler ve dahi benim öyle bir anım olmasa da hala o
zamanların acısını sızısını hissettiğim o anlar…
Ahh evet savaşlarımız… sonrasında kurtulduk kurtulmak için dediğimiz
inkılablarımız… belleklerimizi geçmişimizi varımızı yogumuzu ve silinenler…
evet yazılı kaynaklar yok oldu evet dilimiz yok oldu. Ama ya anılar? Ve o
zamanların kahırlarının bu güne yansımaları? Bir çok şeye neden diyoruz yine
başkalarına kızıyoruz? Nedendi acaba?
Her şeyi silmişler
ama anılar kalmış kalırmış işte! Her şeyi süpürmüşler toz yıgını olmuş üstü
örtülmüş ama çakılan çivinin yerinin kalması gibi izleri durmuyor mu sizcede? hala
umut var hala bişi var… Yanlışları fark ettikçe benligimiz anılarımız
canlandıkça ve dahi başımızı çevirdikleri yöne değil istediğimiz tarafa bakma
iradesi gösterebildikçe de umut olacak inşallah.
Konuyu dağıttıktan sonra şöyle toparlamaya çalışayım ; J
Zerkalo’da tarkovsky babası arseny tarkovsky’nin şiirlerine
oldukça sık yer verir. Filmde replikler neredeyse şiirlerdir. Yavaşlatılan yada
bişilerin değiştiğini hissettiren bu anlarda özellikle şiirlerin vurgusu
yönlendirme olmaksızın izleyiciyi başka diyarlara götürür ve adeta izleyene
açık bırakılmış bir kapıdır bu anlar.
‘’ Şiirsel bağlantılar, olağan üstü duygusal bir ortam yaratarak
seyirciyi harekete geçirir. Seyircinin hayatı tanıma faaliyetine katılmasını
özellikle sağlar, çünkü ne hazır bir sonuç sunmakta ne de yazarın katı
talimatlarına dayanmaktadır.kullanıma açık olan tek şey, canlandırılan
görüntülerin derin anlamını bulup keşfetmeye yarayan şeydir. ‘’
Zihinde ve benliğinizde bu tür etkisi olacak bir film
zerkalo. Yaşanmış olaylar sonrasında varılan sonuçları acılarını borçlu
hissettiği insanları dönemin kendisindeki etkilerini… filmde var olan bu tür şeyleri neden
seçtiğini anlayabilmek için tarkovsky nin şu ifadelerine de göz atmakta yarar
görüyorum.
‘’ Sonuçlarla uğraşırken ister istemez kaynağa,
yani sebeplere geri döneriz, yani –biçimsel olarak konuşacak olursak-bilincin
yardımıyla zamanı geri döndürürüz! Ahlaki anlamda da sebep ile sonuç sürekli
birbirleriyle yer değiştiren bir bağ oluştururlar. Ve bu durumda insan, ister
istemez geçmişine geri döner.’’
‘’ Bir kimse bize örneğin çocukluk anılarını anlattığında
elimize o insan hakkında geniş bir bilgiye sahip olmaya yetecek malzeme geçmiş
olur. Anılarını hafızasını kaybetmiş bir
insan hayali bir varoluşa hapsolup kalmıştır. O artık zamanın dışına düşmüş ve
görünür dünyayla arasında bir bağ kurma yeteneğini yitirmiş bir insandır. Bu
ise onun deliliğe mahkum edilmesi anlamına gelir. ’’
Herhangi bir kurguyu ya da yalan bir öyküyü değil hayatın
içinde var olan değerleri sinema sanatının etkisiyle haykırır adeta tarkovsky… yetmezdi tek kendi hayatı insana. Sonsuza aç
bi yaratık çünkü insanoğlu. Tek bir yaşam sonlu şeylerle yetinmez asla! Demi, neden
zamanda çokluğa ihtiyaç duyardı insan?
‘’ Genelde insan, yitirilmiş, kaçırılmış ya da
henüz erişilmemiş zaman yüzünden sinemaya gider. Hayat deneyimleri arayışı
içinde oraya gider, çünkü sinema, başka hiçbir sanat türünün başaramayacağı
kadar insanın olgusal deneyimini genişletir, zenginleştirir ve derinleştirir,
hatta yalnız zenginleştirmekle de kalmaz, adeta gözle görülür bir şekilde
uzatır da. Yoksa ‘star’lar, bıkkınlık veren konular, günlük hayatı unutturan
eğlence değil. ‘’
Filmde geçmişe dönme halleri gelecekle iç içe geçmiş ve
zaman kavramı da sorgulatılmıştır adeta… filmin ilginç ve en önemli yönlerinden
biri de zaman kavramı hususudur.
Filme başlarken oldukça önemli
noktalara dikkat çekiliyor ve sonrasında filmi başlatıp o cümlelerde geçenleri
hissediyoruz gibi geldi bana. Ne bileyim yani sona yaklaşırken aa tam da başta
şunu demişti dedim birkaç yerde. Yani direk bu film şudur olaylar şunlardır
öncesi ve sonrası da şudur diyemememi biraz garipsesem de film bitiminde boş,
boşluk değil bir şeylerin soruları ve böyle duymayı istediğiniz beklediğiniz
şeyleri tanıdık ama uzak olan şeyleri görüp bir duraksama hali oluyor gibi.
‘’Sonuclarla uğraşırken ister istemez kaynağa, yani sebeplere geri
döneriz, yani –biçimsel olarak konuşacak olursak-bilincin yardımıyla zamanı geri döndürürüz. Ahlaki anlamda da
sebep ile sonuç sürekli birbirleriyle yer değiştiren bir bağ oluştururlar. Ve
bu durumda insan, ister istemez geçmişine geri
döner.’’
Mesela aklıma geldiği kadar sıralayacak olursam; filmde yoldan sapıp içeriye sırtı dönük bayana
yaklaşan adam ve oturdukları çit kırılıp düştükten sonra - evet bence bu düşüş
öylesine bir düşüş olmamakla birlikte düştükten sonra- arı vızıltısının sesi
yoğunlaşması kulaklarımızda enteresandır ki adam şunu söyler zaten;
‘’ Dinle, düştüm ve ilginç bir şeyler buldum.
Şu köklere, şu otlara bak. Hiç bu bitkileri merak ettin mi? Şu bitkiler
hisseder, bilir, hatta anlarlar… ağaçlar, bu fındık çalılığı…
- O bir kızıl ağaç
- O bir kızıl ağaç
-
Fark etmez! Biz etrafta koşuştururken ve basma kalıp
konuşurken…
Bu içimizdeki doğaya güvensizliğimizden kaynaklanıyor.
Her zaman bu şüphecilik, telaş ve durup düşünecek zamanımız yok! ‘’
Fark etmek için düşmek gerek gerçekten de. Başımıza
bişi gelmesi gerek! Ve evet dibimizde duran şeylerin gerçekte ne
olduğunu farkedemiyoruz ha kızıl ağaç ha fındık ağacı… Doğayı fark etmek,
güvenmek, durup düşünmek… fark etmez demiş yönetmen; fark etmemeli
gerçekten, yada fark edecekse neden fark etmeli yada ismini bilip hissetmemek
mi o ağacı kadının ki gibi yada ismini bilmesen de sadece hissetsen mi doğayı,
kulak verebilsen mi adamın düştükten sonra farkına vardığı gibi?
Bazen yanı başında olandan çok dışarıdan gelip
bakanlar fark eder ya o misal sanırım adam bilmiyor ismini ama fark etmez!
Sonuçta fark etti varlığını ve dinledi agacı, doğayı…
Burda o adam o tarlada eve yaklaşırken kullanılan bir
ifade vardı;
‘’ Genelde insanları tanırız, Tarlanın ortasında çalıların arkasında belirir belirmez! ‘’
‘’ Genelde insanları tanırız, Tarlanın ortasında çalıların arkasında belirir belirmez! ‘’
Komiktir ki bu sahnenin olduğu yeri durdurup düşündüm
ve sardım. Bir o kadar tanıdıktı aslında ama bir o kadar da uzaktı.
Unutmuştum sanki, sahi birini beklemeyeli ya da
bu şekilde yoldaki seslerden gelen geçenlerden dönenlerin olduğu bir yerde
yaşayıp yani yolu gözleyip ‘’bekleme’’ halinde olmayı ‘’yolunu gözleme’’nin ne
oldugunu unutalı epey olmuştu.
Hatırlıyorum da küçükken babamı beklerdik mesela eve
gelsin diye kapı tıkırtısı, kapıya vuruş şekli beklenen anı sabırsızlatan
merakla beklediğin bir senfoni sanki , gerilimli değil heyecan ve umutla
bekleyiş ya da bahçeli evi olan anneannemlere gittikçe bilirdim ki kapının
önüne araba durursa o tanıdıktı akrabalardan biriydi ya eniştemdir ya babam. Ya
da dedemin cami yolunu gözlerdik parka gitmek için o cemaat içinde bizim yola
sapan kişi dedem olurdu, evet! Yol ayrımında beliren kişiyi tanırız genelde!
Ama işte neden uzakta kaldı acaba bu sesler bu
ruhi hal. Durup düşündüm ne zamandan beri uzak ve uzaklaştıran şeyler nelerdi?
Birincisi büyümüştüm evden uzaktım ailem
akrabalarım yoktu yakın çevremde artık ve bambaşka telaşlar sarmıştı
aklımı. Durup düşünecek vaktim yoktu dahası bekleyecek vaktim telaşlıydım
hep. Sonra tabi bekleyecek insan da yoktu. Hayır hani hiç mi insan yoktu
beklenen gelmesi desem komik, evet aslında vardı cidden ama düşünsene
telefon diye bişi vardı artık ve evler bahcelı degıldı yolu görmuyordu mesela
kı yolda beklenen kısı dönünce tanıyalım. Beklenen ya mesaj atardı ya arardı
telefonla dışarının sesine kulak verilmez ki şimdiler versem versem ne duyarım
biliyor musunuz korna sesleri! Ana
caddeden gecen yığınla aracın sabırsız ve telaşlı korna sesleri. Bekleme devri
değişti sanki bi de böyle bir durum var.
Neyse…
Filmde bu doğanın sesini dinleme hali o kadar baskın
hale getirilmiş ki rüzgarın tarladaki sesi hissedilirken devrilen
eşyaların sesini silmiş atmış yönetmen metal kap yuvarlanmış ama onu değil
rüzgarı duyuyoruz biz! Belki de öyle olmalıyız, bize bişi anlatırken doğa
dikkat kesilmeli ve anlayabilmeliyiz, hissetmeliyiz!
Rüzgar metaforunun güçlü bir etkisi var filmde.
Yangın başlamadan boş odada masanın üstünde duran
bardak yine bir önceki izlediğim stalker in son sahnesini canlandırdı
zihnimde. Sonra matrix geldi aklıma kel çocuklar filan bulandı gitti aklım
alakalı alakasız bilmiyorum işte öyle oldu .
Tavanın dökülüp düştüğü sahnede ise mevzu direk
gerçekliği sorgulattı. İnsanın varsaydığı gerçekler mi yıkılıyordu ve bu
gerçeklik duygusu da sanırım inception filmini hatırlattı
orda da rüyanın içinden çıkarken varsaydığımız gerçekler yıkılıyordu o
dünyamızda işte bu sahnede de evet işte gerçekler yıkılıyor dediğim anda ayna
da kadının yaşlı halini görüyoruz. Zaman ve gerçeklerimiz. Yine ve yine durup
düşünmeye sevkeden hayatta önem verdiğimiz yegane verilerimiz.

‘’ Bilmediğimiz gerçekler varmış.
Oysa gerçek, zaten bilmediklerimizin adı. ‘’
Biraz ürkütücü aa kim yalan
diyebilir? Gerçekleri çıkarmaya çalıştıkça insan gerçek kabul ettiği şeylerin arasında
kayboluyor.
Ve
necip fazıl üstadın şu dizeleri akla geliyor hemen;
‘’ An
oluyor bir garip duyguya varıyorum;
Ben bu sefil dünyada acep ne arıyorum?... (1939) ‘’
Ben bu sefil dünyada acep ne arıyorum?... (1939) ‘’
Eğer bir tabusu da yoksa insanın bir şeyi
gerçek kabul edecek işte o zaman yaşam enerjisini kaybetmeye başlıyor. Aslında
bir çoklarımızda bu boşluğa düşmemek için var kabul ettiği yanlışında ısrar
etmiyor mu? Hatadan dönmek demek bazılarımız için gerçeklerini yok saymak
demek.
Madem hakikatlerimiz
hakkında şüpheye düşebiliyoruz gerçeklerden O’na değilde O’ndan gerçeklere
gitmek en dogrusu olsa gerek; bakın üstad bir başka dizesinde de şöyle demiş
bunu ifade etmiş sanki,
‘’ Allaha
hakikatten yola çıkmak, meşakkat;
Allahtan
yola çıkıp varılan şey, hakikat… (1974) ‘’
Aynı şekilde filmde masadaki bardağın izinin geçişini
beklerken de aklım o rüya içinde rüya sahnelerine kayıyor. Gerçeği yalandan
ayırmak için var saydığımız verilerimiz var. Olmaması gereken şeyi
beklemediğimiz yerde görünce şaşakalıyoruz.
Hiç bitmeyecek sandığımız anlarımız ve zamanlarımız ve
tek doğruymuş gibi kabullenip telaşla koşturduğumuz gerçeklerimiz… zaman neye
tekabül ediyor oysa? Gelecek derken geçmiş derken biz an neydi biliyormuyduk?
Ya da bilsek bile bunu tek gerçeğimiz mi yapmalıydık? Bilemedim yine bişiler kaşındırıyor
zihnimi ama bulup çıkaramıyorum hissi, sadece bilmiyorum.
Zaman için aklıma
hemen şu satırlar geliyor sonrasında;
Krillov : biliyorum. Orada bu,yoruma yer bıraktırmayacak acıklıkta yer
almıs. Bütün insanlar mutluluga kavustugunda da ortadan kalkacak, çünkü artık gerekmeyecek… çok doğru bir düşünce.
Stavrogin : peki ama zamanı nereye saklayacaklar?
Krillov : Hiçbir yere, zaman bir esya mı? Hayır, yalnızca bir düşünce.
Zihinlerden silinip gidecek.
Zaman, ben’imizin varlığına bağlı bir koşuldur. zaman bizi besleyen bir atmosferdir. Varlık
ve varlık koşulları arasındaki bağ kopunca ,kişi ve onunla birlikte kişisel
zaman ölünce, zaman da ölür.’’
Çok derin değil mi? Zamana sıkıştırmaya çalıştığımız şeyler,
koşuşturduklarımız esasen hepsi birer kabul. Neyin kabullerine inandırıyoruz
kendimizi? Kime göre yaşıyoruz? Ee üzüldüğümüz sevindiğimiz şeylerde bu
kabullere göre şekillenmiyor mu? Zihnimizdeki fikirlerdir bizleri üzen yada
sevindiren. Düşünsenize o halde biz başkasının kabullerine göre seviniyor ve
üzülüyoruz… çok saçma değil mi sizcede… ahh
bir daha düşünmeden sevinmeyeceğim de üzülmeyeceğimde diyebilir miyiz peki?
Hayır… ne yazık ki hayır… o halde yapabileceğimiz tek şey fikriyatımızı bu
bilinçle doldurmak, bunun farkındalığını hep diri tutmak, yapabildikçe zamanla
göreceğiz ki sevindiklerimizde üzüldüklerimiz de değişecek ve olması gereken
yere rayına doğru yön bulacaktır diye umut ediyorum.
Evet filmde de dediği gibi ‘’sözcükler yeterli değildir insanların hislerini anlatmaya’’ 3
gündür konuşmadım kimseyle dediğinde telefonda annesine durumu açıklar adeta oyuncu.
Evet bazen sözcüklerle kendimizi ifade edemedikçe benim de bu yazıda
sıkça yaptığım gibi yetersiz kaldığını hissettikçe benzeri kelimelere sarılıp,
dolduruyoruz cümlelerimizi. Yanilerimiz amalarımız aslındalarımız ardı sıra
dizilmeye başlıyor değil mi…
Sadık yalsızuçanların bir öyküsünde geçiyordu;
‘’ bak ağbi edat başlayınca orda bir sorun var
demektir.’’
Şuan hatırlayamadığım bir başka yazıda da; ‘’ama dan öncesi bir hiçtir! ‘’ diyordu.
Şuan hatırlayamadığım bir başka yazıda da; ‘’ama dan öncesi bir hiçtir! ‘’ diyordu.
Oysa yetersiz
bilmelisin ki her şeyi izah edemezsin, bilmesin ki arada durup
dinleyebilmelisin sana anlatılanı, doğanın anladıklarını… o halde nedendir
bunca çaba bilmiyorum açıkcası, insan bi noktadan sonra sadece hissedeyimle
yaşayım okuyayımla da yetinmiyor yazayım anlatayım da istiyor ne yazık ki.

Sabrınıza sağlık ola...
6 yorum:
yazı içinde birbirinden farklı çok fazla şey barındırıyor.Okurken o limandan bu limana salınıyor zihin.İnsan gibi. Böyle olunca aklıda çok fazla şey kalmıyor yazıdan sonra.
O yüzden bir mesele üzerinde yazmaya karar verdikten sonra konuyu dağıtmadan, fazlaca alıntılar yapmadan daha toplu yazmanızı tavsiye ederim.
imam ı gazali hazretleri de eserlerini bu şekilde yani bir meseleyi ele alınca yalnızca o meseleyi anlatarak yazmıştır.
sevgiler..
Yapı olarak da aklı allak bullak bi insan olmamdan kaynan bir durmasına mutaabık, filmin iç içe ve yoğun olmasının da bunda etkisi vardır demek yanlış olmaz.
Lakin tabi ki bunun da uygun bir izahı ve derli topusu mutlaka vardır.
Önemli bir husustu; Teşekkür ederim, uyarınızı dikkate alacağım inşallah. :)
ha bir de filmin başında duvarda belirlen mikrofonu unutmayalım.filmin nazarlığı..
dogrudur :)
kuş metaforu ruha gönderme hocam, okumalarınızı derinleştirirseniz internette bir çok yazıda geçiyor.
Teşekkür ederim.
Yorum Gönder