....
Uzak nedir?
Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
gidecek yer ne kadar uzak olabilir?
....
kimin ülkesinden geçsem
şakaklarımda dövmeler beni ele verecek
cesur ve onurlu diyecekler
halbuki suskun ve kederliyim
korsanlardan kaptığım gürlek nara
işime yaramıyor
rençberlerin o rahat
ve oturmuş lehçesinden tiksinirim
boynumda
bana yargı yükleyenlerin
utançlarından yapılma mücevherler
sırtımda sağır kantarı gizli bilgilerin
mataramdaki suya tuz ekledim, azığım yok
uzun yola çıkmaya hüküm giydim.
Bir hayatı,ısmarlama bir hayatı bırakıyorum
görenler üstünde iyi duruyor derdi her bakışta
askerken kantinden satın aldığım cep aynası
bazı geceler çıkarken
uçarı bir gülümseyişle takındığım muşta
gibi lükslerim de burda kalacak
siparişi yargıcılar tarafından verilmiş
bu hayattan ne koku, ne yankı, ne de boya
taşımamı yasaklayan belgeyi imzaladım
burada bitti artık işim, ocağım yok
uzun yola çıkmaya hüküm giydim.
Mataramda tuzlu su _ İsmet özel
Elhân-ı tuyûrun yerine samt-ı ümîdi.... (Kuşların nağmeleri yerine ümidin suskunluğunu....)
28 Kasım 2013 Perşembe
Ey Garib Bülbül...
"Ey garip bülbül diyârın kandedir
Bir haber ver gül-i zârın kandedir
Sen bu ilde kimseye yâr olmadın
Var senin elbet yârin kandedir
Artdı günden güne feryâdın senin
Âh ü efgân oldu mut'adın senin
Aşk içinde kimdir üstâdın senin
Bu senin sabr ü karârın kandedir
Bir enîsin yok aceb hasretdesin
Rahatı terk eyledin mihnetdesin
Gice gündüz bilmeyip hayretdesin
Ya senin leyl ü nehârın kandedir
Ne göründü güle karşı gözüne
Ne büründü baktığınca özüne
Kimse mahrem olmadı hiç râzına
Bilmediler şeh-süvârın kandedir
Gökte uçarken yere indirdiler
Çar-anâsır bendlerine urdular
Nûr iken adın Niyâzî koydularŞol ezelki itibârın kandedir"
Güftekâr: Niyâzi Mısrî
Bestekâr: Ali Şirugâni Dede
Makam: Hicaz
21 Kasım 2013 Perşembe
Umma ki Küsmeyesin!

“Oğul niçin umdun ki küstün. Umma ki küsmeyesin.”
Küsmemek insanın iki cihan mutluluğu için önemli bir düstûr ve bir olgunluk göstergesidir.
Efe Hazretleri bir cinaslı mani-sinde, incinenin incitenden kemâl ve olgunluk bakımından daha aşağı bir kademede bulunduğunu işaret ederek buyuruyor ki:
Aşık der incidenden,
İncinme incidenden.
Kemâlde noksan imiş,
İncinen incidenden. '' *
* alıntıdır_ http://rahiask.com/index.php?option=com_content&view=article&id=414:es-seyh-mahmud-vehbi-erzurumiks&catid=88:kufreviler
18 Kasım 2013 Pazartesi
İncitme
Hazer kıl kırma kalbin kimsenin cânını incitme
Esîr-i gurbet-i nâlân olan insânı incitme
Tarîk-ı aşkda bîçâre-yi hicrânı incitme
Sabır kıl her belâya hâne-yi Rahmân’ı incitme
Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme
Günahkâr olma fahr-i âlem-i zîşânı incitme
Elin çek meyl-i dünyâdan eğer âşık isen yâre
Muhabbet câmını nûş et asıl Mansûr gibi dâre
Misâfirsin felek bâğında kendin salma efkâre
Düşersin bir belâya sabır kıl Mevlâ verir çâre
Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme
Günahkâr olma fahr-i âlem-i zîşânı incitme
(…)
Ben insânım diyen insâna düşmez şâd u handânlık
Düşen bîçâreyi kaldırmadır âlemde insanlık
Hakîkat ehlinin hâlidürür dâim perîşanlık
Bir işi etme kim gelsün sana sonra peşîmanlık
Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme
Günahkâr olma fahr-i âlem-i zîşânı incitme
(…)
Vefâsı var mıdır gör kim sana bu çarh-ı devrânın
Eser yeller yerinde hâni ya taht-ı Süleymân’ın
Yalınız âdı kaldı âlem-i zâhirde Lokmân’ın
Geçer bir lahzada ru’yâ misâli ömrü insânın
Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme
Günahkâr olma fahr-i âlem-i zîşânı incitme
Sana bir fâide yokdur bilirsin halkı gıybetden
Gözün aç âlemi bir bir geçir sen çeşm-i ibretden
Zarar gördüm diyen gördün mü sen ehl-i muhabbetden
Yeme kul hakkını korkar isen rûz-i kıyâmetden
Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme
Günahkâr olma fahr-i âlem-i zîşânı incitme
Hakîkāt bahrinin gavvâsı ol terk-i mecâz eyle
Çıkar ha alma mazlûmun ahın sen ihtirâz eyle
Çekil semt-i Habîb’e ey gönül azm-i Hicâz eyle
Yüzün dut hâk-i pâyine heman arz-ı niyâz eyle
Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme
Günahkâr olma fahr-i âlem-i zî-şânı incitme
Gönül âyînesin silmek gerekdir kalb-i âgâhe
Muhabbet şemsi doğmuşken ne lâzım mihr ile mâhe
Ne müşkil hâcetin varsa hemân arzeyle Allah’e
Der-i Mevlâ dururken bakma Lûtfî başka dergâhe
Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme
Günahkâr olma fahr-i âlem-i zîşânı incitme
Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe)*
*http://www.kastamonur.com/index.php?option=com_content&view=article&id=847:ncitme-alvarl-efe-muhammed-lutfi&catid=12:rler&Itemid=19
*http://www.kastamonur.com/index.php?option=com_content&view=article&id=847:ncitme-alvarl-efe-muhammed-lutfi&catid=12:rler&Itemid=19
17 Kasım 2013 Pazar
Yıkılma Sakın
Sana durlanmış kelimeler getireceğim
pörsümüş bir dünyayı kahreden kelimeler
kelimeler, bazısı tüyden bazısı demir
seni çünkü dik tutacak bilirim
kabzenin, çekicin ve divitin
tutulduğu yerden parlayan şiir.
Zorlu bir kış geçirdim, seninki gibi neftî
acıktım, bitlendim, bir yerlerim sancıdı
sökmedi ama hoyrat kuralları faşizmin
çünkü kalbim aşktan çatlayıp yarılırdı.
Her sabah çarpışarak çekilirdi karanlık alnacımdan
acılar bile duymadım kof yürekler önünde
beynim her sabah devrimcinin beyniydi
ayaklarım donukladı gelgelelim
sağlığın yerinde mi?
Yaraların kabuğu kolayca kaldırılıyor
halkın doğurgan dünyasına dalmakla
onların güneşe çarpan sesini anlamayan
dört duvarın, tel örgünün, meşhur yasakların sahipleri
seyir bile edemezken içimizdeki şenliği
yılgı yanımıza yanaşmazken
bizi kıvıl kıvıl bekliyorken hayat
yıkılmak elinde mi?
Boşuna mı sokuldu bankalara
petrol borularına kundak
kurşun işçinin böğrünü boşuna mı örseledi
varsın zındanların uğultusu vursun kulaklarımıza
yaşamak
bizimçün dokunaklı bir şarkı değil ki.
Bu yürek gökle barışkın yaşamaya alışmış bir kere
ve inatla çevrilmiş toprağın çılgarına
yazık ki uzaktır kuşları, sokaklarıyla bizim olan şehir
ama ancak laneti hırsla tırpanlayamamak koyuyor insana
öpüşler, yatağa birden yuvarlanışlar
sevgiyle hatırlansa bile hatta.
Köpüren, köpürtücü bir hayatın nadasıdır kardeşim
bütün devrimcilerin çektikleri
biliriz dünyadaki yorgunluk habire mızraklanır
dağlarda gürbüz bir ölümdür bizim arkadaşlarınki
pusmuş bir şahanız şimdilik, ne kadar şahan olsak
ama budandıkça fışkıran da bizleriz
ölüyoruz, demek ki yaşanılacak...
İsmet Özel
pörsümüş bir dünyayı kahreden kelimeler
kelimeler, bazısı tüyden bazısı demir
seni çünkü dik tutacak bilirim
kabzenin, çekicin ve divitin
tutulduğu yerden parlayan şiir.
Zorlu bir kış geçirdim, seninki gibi neftî
acıktım, bitlendim, bir yerlerim sancıdı
sökmedi ama hoyrat kuralları faşizmin
çünkü kalbim aşktan çatlayıp yarılırdı.
Her sabah çarpışarak çekilirdi karanlık alnacımdan
acılar bile duymadım kof yürekler önünde
beynim her sabah devrimcinin beyniydi
ayaklarım donukladı gelgelelim
sağlığın yerinde mi?
Yaraların kabuğu kolayca kaldırılıyor
halkın doğurgan dünyasına dalmakla
onların güneşe çarpan sesini anlamayan
dört duvarın, tel örgünün, meşhur yasakların sahipleri
seyir bile edemezken içimizdeki şenliği
yılgı yanımıza yanaşmazken
bizi kıvıl kıvıl bekliyorken hayat
yıkılmak elinde mi?
Boşuna mı sokuldu bankalara
petrol borularına kundak
kurşun işçinin böğrünü boşuna mı örseledi
varsın zındanların uğultusu vursun kulaklarımıza
yaşamak
bizimçün dokunaklı bir şarkı değil ki.
Bu yürek gökle barışkın yaşamaya alışmış bir kere
ve inatla çevrilmiş toprağın çılgarına
yazık ki uzaktır kuşları, sokaklarıyla bizim olan şehir
ama ancak laneti hırsla tırpanlayamamak koyuyor insana
öpüşler, yatağa birden yuvarlanışlar
sevgiyle hatırlansa bile hatta.
Köpüren, köpürtücü bir hayatın nadasıdır kardeşim
bütün devrimcilerin çektikleri
biliriz dünyadaki yorgunluk habire mızraklanır
dağlarda gürbüz bir ölümdür bizim arkadaşlarınki
pusmuş bir şahanız şimdilik, ne kadar şahan olsak
ama budandıkça fışkıran da bizleriz
ölüyoruz, demek ki yaşanılacak...
İsmet Özel
Sebeb-i Telif
Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
yaprakla yağmurun aşkı meselâ
kim olsa serpilen coşturuyor bizi
imreniyoruz başkalarının mahvına.
Yağmur mahvoluyor çarparak
kendini parçalıyor mâşukunun açılan kıvrımında
yaprak dirimle irkiliyor nazlı ve mağrur
silkiniyor vuran her damlayla.
Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
bakıp başkasının başkayla kurduğu bağlantıya
aşka dair diyoruz ilk anı bu olmalı
ilkönce damarlarımızda duyuyoruz çağıltısını
uzak iklimlerin
kokusu gitmediğimiz şehirlerin önceden
bir baş dönmesiyle kabarıyor hafızamızda
sonra ayrılıklar düşüne dalıyoruz:
Bize ait olan ne kadar uzakta!
Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
başkalarının düşünceleriyle değil.
“Üstümde yıldızlı gök”demişti Königsberg’li
“içerimde ahlâk yasası”.
Yasa mı? Kimin için? Neyi berkitir yasa?
İster gözünü oğuştur,istersen tetiği çek
idam mangasındasın içinde yasa varsa.
Girmem,girmedim mangalara
Yer etmedi adalet duygusu
içimde benim
çünkü ben
ömrümce adle boyun eğdim.
Yıldızlı gökten bana soracak olursanız
kösnüdüm ona karşı
onu hep altımda istedim.
Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
ve devam ediyor başkalarının hınçlarıyla
düşmanı gösteriyorlar,ona saldırıyoruz
siz gidin artık
düşman dağıldı dedikleri bir anda
anlaşılıyor
baştan beri bütün yenik düşenlerle
aynı kışlaktaymışız
incecik yas dumanı herkese ulaşıyor
sevinç günlerine hürya doluştuğumuzda
tek başınayız.
Diyorum hepimizin bir gizli adı olsa gerek
belki çocuk ve ihtiyar,belki kadın ve erkek
hepimiz,herbirimiz gizli bir isimle adaşız
yoksa şimdiye kadar hesapların tutması lâzımdı
hayatımıza kendi adımızla başlardık
bilmediğimiz bu isim,hesaptaki bu açık
belki dilimi çözer,aşkımı başlatırım
aşk yazılmamış olsa bile adımın üzerine
adımı aşkın üstüne kendim yazarım.
İsmet Özel
15 Kasım 2013 Cuma
Öldürmeden yaşamak?
‘Fikir adamı kendini egoizmle sınırlamalı’ demiş Emerson
ve dahi Cemil meriç'te eklemiş;
' Evet, cemiyet sümüklü böcek gibi ezer seni zırhlı değilsen.
Elbette yaşamak demek öldürmek demek, her adımımızda
birtakım canlılara kıyıyoruz…
Ölmek ve öldürmek…'
Yeni bir dönemeçe giriyorum. Dahası girdim de 'kör noktada'yım. Hani şu ne geçmişi bir adım gerisini ne de bir adım ilerisini görebildiğimiz o keskin virajlı dönüş...
Ne kadar virajlı oldugu da tartışılır ya. :) neyse...
Uçurum mu aşağısı o bile belli değil belkide düşmektir en iyicesi...
Bilinmezlik korkutur beni amma bekleriz bir şekilde elden ne gelir, bilene dek bekleriz.
Lakin işte şu 'egoizm' 'enaniyet'tir beni korkutan asıl. acaba düşmemek için ben de öldürür müyüm korkusudur duyduyum,ürktüğüm.
‘’Yaşamak; ölmek ve öldürmektir; öldürdüğün kadar yaşarsın, öldürdüğün kadar… Her şöhret
başka bir şöhretin katilidir. Hepimiz yaşayan leşlere musallat birer asalağız. ‘’
Tam kendimce var olmaya başlarken başka bi kalıba girmeye çalışmaktır korkum. Kalıba girdirilmektir geri geri adımlarımın sebebi. Yönü bile bile dönememektir tirtir titrediğim.
Ne diyorsun demeyin, nereden çıktı demeyin yersiz değil korkum. Gördüm ki gerçekten birileri bir yerde olabilmek için bir başkasının boynu bükülüyor. Öyle çocukça bir masumanelik taşımıyor artık yaptığınız her iş. Her bir şöhret başkasının başını yakıyor hakikaten de. Böyle bir durumda ürkmemek mümkün mü?
Ne diyorsun demeyin, nereden çıktı demeyin yersiz değil korkum. Gördüm ki gerçekten birileri bir yerde olabilmek için bir başkasının boynu bükülüyor. Öyle çocukça bir masumanelik taşımıyor artık yaptığınız her iş. Her bir şöhret başkasının başını yakıyor hakikaten de. Böyle bir durumda ürkmemek mümkün mü?
Lakin her zamanki gibi;
elimdeki tek silahım var; dualarım...
Dualarımla sakinlerim, dualarımla umut bulurum,
Ateşe atılırken; 'Ey ateş serin ol' deyipte metanet ve tevekkülü tam gösterebilmeyi nasib eyle Ya Rab!
Tam Teslimiyeti Nasib et ne olur!
''EY ATEŞ SERİN OL!''
14 Kasım 2013 Perşembe
Gurbet ve varolma isteği
'' Gurbetin yabancılığın tevlid ettiği ilk duygu ‘varolma
isteği’dir; kendi kendine, kendi için varolmak değil, bilâkis başkalari
nezdinde varolmak…
Var olmak, yani farkedilmek ve/veya farkedildiği takdirde
ancak varolduğunu hissetmek, hissedebilmek… ''
Dücane Cündioğlu- Bir mabed savaşçısı
boşluğu yokluyor gibi
Yolda olsak...
Ansızın börtü böcek çıksa karşımıza...
Gün batımına doğru yön bulsak...
batan güne doğru yol alsak...
etrafı saran kızıllığı seyre dalıp yola devam etsek...
yüreği dinlesek şöyle tıngıır mıngıır...
hafiften kararsa sonra hava
gecenin kucağına kıvrılsa,
yaslansa dizine kuytuların...
çıt çıkarmasak...
nefes alıp verirkense ürkekçe...
Farları açsak uzağa...
uzaklar bilinmez olarak kalsa
adım adım ilerlesek; bilmeden bir sonrakini...
gözlerimiz âmâ,
ellerimizle boşluğu yokluyor gibi...
--
bık artık yollardan bık!
yorgunsun ama lisanın hala aynı şeyleri sayıklıyor.
yol olmadan yol bulamaz mısın sözcüklerine!
Bak hala 'yol' diyor!
Ansızın börtü böcek çıksa karşımıza...
Gün batımına doğru yön bulsak...
batan güne doğru yol alsak...
etrafı saran kızıllığı seyre dalıp yola devam etsek...
yüreği dinlesek şöyle tıngıır mıngıır...
hafiften kararsa sonra hava
gecenin kucağına kıvrılsa,
yaslansa dizine kuytuların...
çıt çıkarmasak...
nefes alıp verirkense ürkekçe...
Farları açsak uzağa...
uzaklar bilinmez olarak kalsa
adım adım ilerlesek; bilmeden bir sonrakini...
gözlerimiz âmâ,
ellerimizle boşluğu yokluyor gibi...
--
bık artık yollardan bık!
yorgunsun ama lisanın hala aynı şeyleri sayıklıyor.
yol olmadan yol bulamaz mısın sözcüklerine!
Bak hala 'yol' diyor!
Benseverlik;
‘’Sînesinden gelmesi gereken sesi işitmediğinde, o sesi
taşradan, başkalarından duymayı ister insan. Ne var ki gürültüsü ne denli
ziyade olursa olsun, gerçekte hiçbir aks-i sadâ, kişinin derûnundan duymak
ihtiyacı hissettiği o özgüvenin mini fısıltılarının yerini alamaz; ve tabiatıyla, susuzluk biteviye sürer
gider.
Benseverlik işte tam da bu noktada zuhur eder.
Kişi yanlış yere ‘taşrayla’ birlik olur ve tezahüratlar
arasında kendi kendini yüceltmek suretiyle, derununu harekete geçirmeye,yani
onu zor kullanarak konuşturmaya çalışır. Oysa ‘kendini sevmek’, ‘kendini önemsemek’ nu değildir aslâ.
Benseverlik, pamuk gibi yumuşacık ellerle okşanması gereken
gönlün haksız yere ve insafsızca yumruklanmasıdır.
Hoş, göğüslerini yumruklayanlar güçlü nârâlar atarlar, bunda
hiç şüphe yok. Lâkin bu nârâlar, aynı zamanda sinede saklı muhabbet duygusunun
incinmesine incelmesine de yol açar. Öyle ki yanlış anlaşılmış benseverliğin
şiddeti, dışardan çok içeriye zarar verir. Nârâlar, taşradan çok, sinede yankılanır.’’
Dücane Cündioğlu_Bir Mabed Savaşçısı
9 Kasım 2013 Cumartesi
Uzun günün kârı, 'tüyap'
Evet; Bu üç kitap :
- İran sineması; Hamid Dabaşi
- Kenan Rifai - Semiha ayverdi
- Tarkovski'den sinema dersleri - Semir aslanyürek
Tüyapda benim için uzun bir günün hoş insanlarla birlikte olmamı sağlayan heyecan dolu tüyap anımın hatıraları oldular.
Sevdiğim bir kardeşimle ortak tanıdığımız Mimar Semih Akşeker ve uzun zamandır söyleşi yapmayı beklediğimiz Cihan Aktaşında içinde bulunduğu ' Geçmişteki Gelecek ' adlı panele gittik. Tabiki bazı zaman sorunlarımız yüzünden panelin sonuna yetiştik. Cihan aktaşın panele gelmediğini görüp biraz üzülsemde; Mimar Semih akşekerle hemhal edip konuştuk biraz.
Sonrasinda kitap fuarında biraz dolaştım ve bu üç kitap benim günlük nasibimdi. :)
Okudukça alıntılarımı yaparım buradan bu kitaplarımdan inşallah.
Sonrasında İzmitten sırf tüyap için gelmiş bir başka arkadaşımla hemhal ettim oturup ortak dertlendiğimiz konulardan gelecekten konuştuk. ahh nasıl bir dert ki bu günümüzde yaşadığımız ne kaçabiliyoruz ne silebiliyoruz ne derman bulabiliyoruz lakin böyle çabaladıkça , dertlenen başka insanlar buldukça paylaştıkça, samimyet ve dostluklarla sarıldıkça hafifliyor sızısı.
Öyle değil mi...
Bu kitaplar ise benim sürekli elimin altından geçen şu yakın zaman içinde elimde sık sık açıp geöçmisteki çizdiğim yerleri okudugum ve dahi yeni aldıklarımı bölüm bölüm okudugum kitaplarım ve galata kulesini gördüğünüz kapaklı şey ise benim şahsi defterim oluyor :) günlük nasiblerimi çekerken onlarda çekildiler öylece...
Günün özeti;
- Rabbim içimizin rahatlayacağı insanları bizden uzaklaştırmasın ufak bir paylaşım içimizi kıpır kıpır etmeye yetiyor velhasılı enerjik oluyoruz. pek hoş şeyler bunlar. Elhamdülillah. :)
8 Kasım 2013 Cuma
sen âh-ı ateş-sûzumu beyhude mi sandın
hak suretidir âlem-i imkân ile âdem
bundan güzeli nerde ki cennet'te mi sandın
her yer ne güzel menba-ı hüsn, insan güzeli
sen de bu cemâli, huri gılmanda mı sandın
her yerde, fakat arifin kalbindedir allah,
yoksa sen onu arz u semâvâtta mı sandın
dünyâ diyerek geçme sakın, burdadır her şey
mîzân ü sırât'ı mutlaka orda mı sandın
cennet ü dûzah, gamm ü sürür, zulmet ile nûr
yaptıklarının gölgesi, hâriçte mi sandın
bilgin sana kıymet, talebin neyse osun sen
insanlığı sâde yiyip içmekte mi sandın
hâlin ne ise müşteri sen oldun o hâle
noksanı meğer adl-i ilâhîde mi sandın
fikrim bu benim, virdim ise her lahzada âh
sen âh-ı ateş-sûzumu beyhude mi sandın
yeniler her âh ile ken'ân ahd-i elest'i
ahım acaba nefha-yı hâbîde mi sandın
http://www.youtube.com/watch?v=JJ0PgMJTgIA
bundan güzeli nerde ki cennet'te mi sandın
her yer ne güzel menba-ı hüsn, insan güzeli
sen de bu cemâli, huri gılmanda mı sandın
her yerde, fakat arifin kalbindedir allah,
yoksa sen onu arz u semâvâtta mı sandın
dünyâ diyerek geçme sakın, burdadır her şey
mîzân ü sırât'ı mutlaka orda mı sandın
cennet ü dûzah, gamm ü sürür, zulmet ile nûr
yaptıklarının gölgesi, hâriçte mi sandın
bilgin sana kıymet, talebin neyse osun sen
insanlığı sâde yiyip içmekte mi sandın
hâlin ne ise müşteri sen oldun o hâle
noksanı meğer adl-i ilâhîde mi sandın
fikrim bu benim, virdim ise her lahzada âh
sen âh-ı ateş-sûzumu beyhude mi sandın
yeniler her âh ile ken'ân ahd-i elest'i
ahım acaba nefha-yı hâbîde mi sandın
http://www.youtube.com/watch?v=JJ0PgMJTgIA
6 Kasım 2013 Çarşamba
Ateş

Yanmayan odun tüter.
Ateşin bazen yalnızca tüter: Yanmamaktadır…
Dikkat etmen gereken, ateşe yan yana ve üst üste koyduğun odunların biribirine olabildiği kadar yakın olmaları; ama hiçbir zaman bitişik ve binişik olmamalarıdı: ateşi yakan, ısı olduğu kadar , havadır- belki daha da çok…
Ateşin tütüyorsa bil ki bir şeyleri yanlış yapıyorsun.
Ateş yakmayı bilmek ateş söndürmeyi bilmeyi de gerektirir.
Ateşin yanına her gidişinde onu farklı bulmaya alışmalısın- onu yeniden-baştan-görüp gerekli düzenlemeleri, ayarlamaları belirlemeye…
Bil ki, bir yaktığın ateş
bir başkasına
hiç benzemez.
---
Bil ki, ateşin yandığı sürece ,
Rahat yüzü göremezsin-
Hep onunla uğraşmak zorundasın….
Ancak bütün odunlar kül olu;
Sen de ocağın baca bağlantısını
Kapatabildiğin duruma gelince,
Rahata erersin-
Ateşini sönmeye bıraktığında…
Ateşin sönmeden rahat edemezsin:
Ettiğin- edebileceğin- zaman da
Ateşin, işte, sönmüstür, artık….
---
Ateşinden sonra , çabanın karşılığını, odandaki ısı olarak alırsın- geri geldiğinde, bakarsın, odan ılık…
---
Unutma ki, yaktığın ateşin tek bir kalori’si bile
Boşa gitmez: bir karşılık vardır- bulursun-
Hep, en küçük ateşin içinde bile-
Bu, her zaman seni’ısıtacak’ bir şey olmasada…
Önemli olan ateşi bir kez yakıp söndürmen değil, hep yeniden yakmasını bilmendir.
Ateş yakan, ateşine ateşine bütünüyle egemen olmalıdır-
Yalnızca nasıl, ne zaman yakacagını değil;
Ne zaman ve niye yakacağına yada, yakamayacağına da…
Ateş yakan bütün yaptıklarının kendi kuruntusu
-yanılgısı-olduğunu kabullenmeyede hazır olmalıdır
-belki de yanılsamadır- yanılsamaydı-hepsi;belki, ateş,hiç, yanmamıştır
- yanmamıştı---
Yakın- Oruc Aruoba
3 Kasım 2013 Pazar
Gece
'' Herkesin güneşi gece olunca batar;
Benim güneşim her gece, akşam namazında doğar. ''
Bu söz onların sermayesiydi; gecenin gölgesinde, vuslatla ayrılık tarafından eğitilirlerdi.
Risale-i Aşk, Aynulkuzât
Gönlümü her an başka bir heyecana kaptıran nal seslerinin darbelerini, yerin sırtında duyuyorum.
Bu gecenin ıssız bir köşesinde, bu sessiz ve sonsuz gurbette, bu şehrin mezarlığa dönmüş Mont Parnasse'ına açılan pencerenin önünde durmuşum. Bakışlarım bu tozun toprağın derinliklerinde kaybolmuş; yüreğim vahşi bir kuş gibi, benden kaçıp, o özgür ve mutlu iki kırlangıçla kanat kanada uçmak için kendisini çılgınca duvardan duvara vuruyor. Bense, onu tutmak için kafesini sımsıkı elimde tutmuşum.
Ne zordur bu pencerenin önünde durmak!
Ne gece ama! Şu dünyada ne kadar büyük sevinçler meydana getirmeye, hayat, ne kadar mutluluklar, dolu dolu sıcacık tatlı şevkler, heyecanlar, tokluklar ve doyumlar yatarma yeteneğine sahipse, aynı ölçüde, derin, şiddetli, ağır, geniş, yüksek, benzer ve ilginç acıları vardır!
Ne yazık ki bu işi hep esirgerde çok zaman acılar yağdırmak ister; üzüntüden, gurbetten, susuzluktan, neden acıdan, üzüntüden, gurbetten, susuzluktan, tutsaklıktan, mahrumiyetten, eziyetten ve işkenceden daha çok hoşlanır bilmem. yok yok, sevinçlerde yaratır, hem de pek çok; ama az sayıda insan için, bir dur tanesi için pırpır eden, sevinç çığlıkları atan bir serçeye benzeyen insanlar için.
Yanık çöllerin susuzluğunun çılgınlığına ve yakıcılığına benzeyen bir sonsuzluğa sahip olan, meleketûn yüceliğine ihtiyaç duyan; güzel, hayret verici ve yüksek imanlar besleyen; sevmede olağanüstü yetenekleri olan, kâinatın bile yaratmaya güç yetiremediği güzellikler yaratan gönüller için, bu gönüller için bir şey yapmaz.
Hubut&Kevir
Benim güneşim her gece, akşam namazında doğar. ''
Bu söz onların sermayesiydi; gecenin gölgesinde, vuslatla ayrılık tarafından eğitilirlerdi.
Risale-i Aşk, Aynulkuzât
Gönlümü her an başka bir heyecana kaptıran nal seslerinin darbelerini, yerin sırtında duyuyorum.
Bu gecenin ıssız bir köşesinde, bu sessiz ve sonsuz gurbette, bu şehrin mezarlığa dönmüş Mont Parnasse'ına açılan pencerenin önünde durmuşum. Bakışlarım bu tozun toprağın derinliklerinde kaybolmuş; yüreğim vahşi bir kuş gibi, benden kaçıp, o özgür ve mutlu iki kırlangıçla kanat kanada uçmak için kendisini çılgınca duvardan duvara vuruyor. Bense, onu tutmak için kafesini sımsıkı elimde tutmuşum.
Ne zordur bu pencerenin önünde durmak!
Ne gece ama! Şu dünyada ne kadar büyük sevinçler meydana getirmeye, hayat, ne kadar mutluluklar, dolu dolu sıcacık tatlı şevkler, heyecanlar, tokluklar ve doyumlar yatarma yeteneğine sahipse, aynı ölçüde, derin, şiddetli, ağır, geniş, yüksek, benzer ve ilginç acıları vardır!
Ne yazık ki bu işi hep esirgerde çok zaman acılar yağdırmak ister; üzüntüden, gurbetten, susuzluktan, neden acıdan, üzüntüden, gurbetten, susuzluktan, tutsaklıktan, mahrumiyetten, eziyetten ve işkenceden daha çok hoşlanır bilmem. yok yok, sevinçlerde yaratır, hem de pek çok; ama az sayıda insan için, bir dur tanesi için pırpır eden, sevinç çığlıkları atan bir serçeye benzeyen insanlar için.
Yanık çöllerin susuzluğunun çılgınlığına ve yakıcılığına benzeyen bir sonsuzluğa sahip olan, meleketûn yüceliğine ihtiyaç duyan; güzel, hayret verici ve yüksek imanlar besleyen; sevmede olağanüstü yetenekleri olan, kâinatın bile yaratmaya güç yetiremediği güzellikler yaratan gönüller için, bu gönüller için bir şey yapmaz.
Hubut&Kevir
Kırılmaya mahkûm şişeler...
(Orjinal Sayfa33)
ve yazdığım ihsanat-ı İlahiye bir ikramdır; izharı, tahdis-i nimettir. Onun için sana karşı tahdis-i nimet nev'inden ikimizin hizmetimize ait muvaffakiyâtı yazıyorum. Biliyordum ki sende fahr değil, şükür damarını tahrik ediyor.
Sâlisen: Görüyorum ki: Şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki: Dünyayı bir misafirhane-i askerî telakki etsin ve öyle de iz'an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telakki ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızayı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına, daimî bir elmasın fiatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir. Evet dünyaya ait işler, kırılmağa mahkûm şişeler hükmündedir; bâkî umûr-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inadlı taleb ve hâkeza şedid hissiyatlar, umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı, şiddetli bir surette fâni umûr-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere, bâkî elmas fiatlarını vermek demektir. Şu münasebetle bir nokta hatıra gelmiş, söyleyeceğim. Şöyle ki:
Aşk, şiddetli bir muhabbettir; fâni mahbublara müteveccih olduğu vakit ya o aşk kendi sahibini daimî bir azab ve elemde bırakır veyahut o mecazî mahbub, o şiddetli muhabbetin fiatına değmediği için bâkî bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılab eder.
İşte insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin aşk gibi iki mertebesi var. Biri mecazî, biri hakikî. Meselâ: Endişe-i istikbal hissi herkeste var; şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde sened yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüd altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakikî ve uzun ve gafiller hakkında taahhüd altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder. Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir.. bakar ki: Muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakikî câh olan meratib-i maneviyeye ve derecat-ı kurbiyeye ve zâd-ı âhirete ve hakikî mal olan a'mal-i sâlihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âlî bir haslet olan hırs-ı hakikîye inkılab eder.
Hem meselâ: Şiddetli bir inad ile; ehemmiyetsiz, zâil, fâni umûrlara karşı hissiyatını sarfeder. Bakar ki, bir dakika inada
(Orjinal Sayfa34)
değmeyen birşey'e, bir sene inad ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şey'e inad namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his, böyle şeyler için verilmemiş. Onu onlara sarfetmek, hikmet ve hakikata münafîdir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umûr-u zâileye vermeyip, âlî ve bâkî olan hakaik-i îmaniyeye ve esasat-ı İslâmiyeye ve hidemat-ı uhreviyeye sarfeder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âlî bir haslet olan hakikî inada, -yani hakta şiddetli sebata- inkılab eder.
İşte şu üç misal gibi; insanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilane davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umûruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarfetse, ahlâk-ı hamîdeye menşe', hikmet ve hakikata muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.
İşte tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatları şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: "Hased etme! Hırs gösterme! Adâvet etme! İnad etme! Dünyayı sevme!" Yani, fıtratını değiştir gibi zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: "Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz." Hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.
Râbian: Ulema-i İslâm ortasında "İslâm" ve "îman"ın farkları çok medar-ı bahsolmuş. Bir kısmı "ikisi birdir", diğer kısmı "ikisi bir değil, fakat biri birisiz olmaz" demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyan etmişler. Ben şöyle bir fark anladım ki:
İslâmiyet, iltizamdır;îman, iz'andır. Tabir-i diğerle: İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; îman ise, hakkı kabul ve tasdiktir. Eskide bazı dinsizleri gördüm ki: Ahkâm-ı Kur'aniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; "dinsiz bir müslüman" denilirdi. Sonra bazı mü'minleri gördüm ki; ahkâm-ı Kur'aniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar.. "gayr-ı müslim bir mü'min" tabirine mazhar oluyorlar.
Acaba Îslâmiyetsiz îman, medar-ı necat olabilir mi?
Elcevap: İmansız İslâmiyet, sebeb-i necat olmadığı gibi; İslâmiyetsiz iman da medâr-ı necat olamaz. Felillahilhamdü vel
(Orjinal Sayfa35)
minnetü, Kur'anın i'caz-ı manevîsinin feyziyle Risale-i Nur mizanları, din-i İslâmın ve hakaik-i Kur'aniyenin meyvelerini ve neticelerini öyle bir tarzda göstermişlerdir ki; dinsiz dahi onları anlasa, taraftar olmamak kabil değil. Hem îman ve İslâmın delil ve bürhanlarını o derece kuvvetli göstermişlerdir ki; gayr-ı müslim dahi anlasa, herhalde tasdik edecektir. Gayr-ı müslim kaldığı halde, îman eder. Evet Sözler, Tûba-i Cennet'in meyveleri gibi tatlı ve güzel olan îman ve İslâmiyetin meyvelerini ve saadet-i dâreynin mehasini gibi hoş ve şirin öyle neticelerini göstermişler ki, görenlere ve tanıyanlara nihayetsiz bir tarafgirlik ve iltizam ve teslim hissini verir. Ve silsile-i mevcudat gibi kuvvetli ve zerrat gibi kesretli îman ve İslâmın bürhanlarını göstermişler ki, nihayetsiz bir iz'an ve kuvvet-i îman verirler. Hattâ bazı defa Evrad-ı Şah-ı Nakşibendî'de şehadet getirdiğim vakit, عَلَى ذَلِكَ نَحْىَ وَ عَلَيْهِ نَمُوتُ وَ عَلَيْهِ نُبْعَثُ غَدًا dediğim zaman, nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse, bir hakikat-ı îmaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatın bir dakika aksini farzetmek, bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa, bir tek hakaik-i îmaniyenin vücud bulmasına bilâ tereddüd vermesine, nefsim itaat ediyor. وَ آمَنَّا بِمَا اَرْسَلْتَ مِنْ رَسُولٍ وَ آمَنَّا بِمَا اَنْزَلْتَ مِنْ كِتَابٍ وَ صَدَّقْنَا dediğim vakit nihayetsiz bir kuvvet-i îman hissediyorum. Hakaik-i îmaniyenin herbirisinin aksini aklen muhal telakki ediyorum, ehl-i dalaleti nihayetsiz ebleh ve divane görüyorum.
Senin valideynine pek çok selâm ve arz-ı hürmet ederim. Onlar da bana dua etsinler. Sen benim kardeşim olduğun için, onlar da benim peder ve validem hükmündedirler. Hem köyünüze, hususan senden "Sözler"i işitenlere umumen selâm ediyorum.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursî
-Dokuzuncu Mektub mektubat-
ve yazdığım ihsanat-ı İlahiye bir ikramdır; izharı, tahdis-i nimettir. Onun için sana karşı tahdis-i nimet nev'inden ikimizin hizmetimize ait muvaffakiyâtı yazıyorum. Biliyordum ki sende fahr değil, şükür damarını tahrik ediyor.
Sâlisen: Görüyorum ki: Şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki: Dünyayı bir misafirhane-i askerî telakki etsin ve öyle de iz'an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telakki ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızayı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına, daimî bir elmasın fiatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir. Evet dünyaya ait işler, kırılmağa mahkûm şişeler hükmündedir; bâkî umûr-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inadlı taleb ve hâkeza şedid hissiyatlar, umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı, şiddetli bir surette fâni umûr-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere, bâkî elmas fiatlarını vermek demektir. Şu münasebetle bir nokta hatıra gelmiş, söyleyeceğim. Şöyle ki:
Aşk, şiddetli bir muhabbettir; fâni mahbublara müteveccih olduğu vakit ya o aşk kendi sahibini daimî bir azab ve elemde bırakır veyahut o mecazî mahbub, o şiddetli muhabbetin fiatına değmediği için bâkî bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılab eder.
İşte insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin aşk gibi iki mertebesi var. Biri mecazî, biri hakikî. Meselâ: Endişe-i istikbal hissi herkeste var; şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde sened yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüd altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakikî ve uzun ve gafiller hakkında taahhüd altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder. Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir.. bakar ki: Muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakikî câh olan meratib-i maneviyeye ve derecat-ı kurbiyeye ve zâd-ı âhirete ve hakikî mal olan a'mal-i sâlihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âlî bir haslet olan hırs-ı hakikîye inkılab eder.
Hem meselâ: Şiddetli bir inad ile; ehemmiyetsiz, zâil, fâni umûrlara karşı hissiyatını sarfeder. Bakar ki, bir dakika inada
(Orjinal Sayfa34)
değmeyen birşey'e, bir sene inad ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şey'e inad namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his, böyle şeyler için verilmemiş. Onu onlara sarfetmek, hikmet ve hakikata münafîdir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umûr-u zâileye vermeyip, âlî ve bâkî olan hakaik-i îmaniyeye ve esasat-ı İslâmiyeye ve hidemat-ı uhreviyeye sarfeder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âlî bir haslet olan hakikî inada, -yani hakta şiddetli sebata- inkılab eder.
İşte şu üç misal gibi; insanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilane davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umûruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarfetse, ahlâk-ı hamîdeye menşe', hikmet ve hakikata muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.
İşte tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatları şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: "Hased etme! Hırs gösterme! Adâvet etme! İnad etme! Dünyayı sevme!" Yani, fıtratını değiştir gibi zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: "Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz." Hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.
Râbian: Ulema-i İslâm ortasında "İslâm" ve "îman"ın farkları çok medar-ı bahsolmuş. Bir kısmı "ikisi birdir", diğer kısmı "ikisi bir değil, fakat biri birisiz olmaz" demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyan etmişler. Ben şöyle bir fark anladım ki:
İslâmiyet, iltizamdır;îman, iz'andır. Tabir-i diğerle: İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; îman ise, hakkı kabul ve tasdiktir. Eskide bazı dinsizleri gördüm ki: Ahkâm-ı Kur'aniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; "dinsiz bir müslüman" denilirdi. Sonra bazı mü'minleri gördüm ki; ahkâm-ı Kur'aniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar.. "gayr-ı müslim bir mü'min" tabirine mazhar oluyorlar.
Acaba Îslâmiyetsiz îman, medar-ı necat olabilir mi?
Elcevap: İmansız İslâmiyet, sebeb-i necat olmadığı gibi; İslâmiyetsiz iman da medâr-ı necat olamaz. Felillahilhamdü vel
(Orjinal Sayfa35)
minnetü, Kur'anın i'caz-ı manevîsinin feyziyle Risale-i Nur mizanları, din-i İslâmın ve hakaik-i Kur'aniyenin meyvelerini ve neticelerini öyle bir tarzda göstermişlerdir ki; dinsiz dahi onları anlasa, taraftar olmamak kabil değil. Hem îman ve İslâmın delil ve bürhanlarını o derece kuvvetli göstermişlerdir ki; gayr-ı müslim dahi anlasa, herhalde tasdik edecektir. Gayr-ı müslim kaldığı halde, îman eder. Evet Sözler, Tûba-i Cennet'in meyveleri gibi tatlı ve güzel olan îman ve İslâmiyetin meyvelerini ve saadet-i dâreynin mehasini gibi hoş ve şirin öyle neticelerini göstermişler ki, görenlere ve tanıyanlara nihayetsiz bir tarafgirlik ve iltizam ve teslim hissini verir. Ve silsile-i mevcudat gibi kuvvetli ve zerrat gibi kesretli îman ve İslâmın bürhanlarını göstermişler ki, nihayetsiz bir iz'an ve kuvvet-i îman verirler. Hattâ bazı defa Evrad-ı Şah-ı Nakşibendî'de şehadet getirdiğim vakit, عَلَى ذَلِكَ نَحْىَ وَ عَلَيْهِ نَمُوتُ وَ عَلَيْهِ نُبْعَثُ غَدًا dediğim zaman, nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse, bir hakikat-ı îmaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatın bir dakika aksini farzetmek, bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa, bir tek hakaik-i îmaniyenin vücud bulmasına bilâ tereddüd vermesine, nefsim itaat ediyor. وَ آمَنَّا بِمَا اَرْسَلْتَ مِنْ رَسُولٍ وَ آمَنَّا بِمَا اَنْزَلْتَ مِنْ كِتَابٍ وَ صَدَّقْنَا dediğim vakit nihayetsiz bir kuvvet-i îman hissediyorum. Hakaik-i îmaniyenin herbirisinin aksini aklen muhal telakki ediyorum, ehl-i dalaleti nihayetsiz ebleh ve divane görüyorum.
Senin valideynine pek çok selâm ve arz-ı hürmet ederim. Onlar da bana dua etsinler. Sen benim kardeşim olduğun için, onlar da benim peder ve validem hükmündedirler. Hem köyünüze, hususan senden "Sözler"i işitenlere umumen selâm ediyorum.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursî
-Dokuzuncu Mektub mektubat-
1 Kasım 2013 Cuma
Devril/me Ey Duvar!
'' 'Yaptıklarını yanlarına koyma, diye fısıldadı rüzgâr.
Peki ama nasıl? diye öğrenmek istedi duvar.
Devril! diye mırıldandı rüzgar, derin bir haz duygusuyla.'
(Wolfgang Borchert'in Duvar başlıklı öyküsünden, Ama Fareler Uyurlar Gece)
Müthiş bir diyalog...
Konuşmanın üst tarafı da altı da burada beni ilgilendirmiyor. ''
Demiş Rasim Özdenören yenişafaktaki köşe yazılarının birinde, ve yazının sonunu şöyle devam buyurmuş.
'' Duvar, öç almayı kuruyor, fakat bunun üstesinden nasıl gelebileceğini bilemiyor. O sırada içinden, bilincinden, belki bilinçaltından gizli bir ses
onu uyarıyor: devril! Ne müthiş bir buluş! O sırada onun için hayatta kalıp kalmamak da o denli önem taşımaz olur. Devrilir. Başka da yapacağı bir şey yoktur zaten elinde...
Öçmüş möçmüş, hiçbir şey, hiç kimse kimsenin umurunda değildir zaten o sıra... ''
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/RasimOzdenoren/devril-ey-duvar/40044
Bende yazıyla beraber zihnimde oluşan sualleri sıralayacağım bu vesileyle müsadenizle.
O sırada hayatta kalıp kalmamakta o denli önem taşımaz olur denmiş... 'var olma'yınca öç alabilmiş mi oluyor insanoğlu bilmedim...
Devrilmek yada devrilmeden öylece dikilmek alabildiğince...
Hiçbir şey yapamıyorsan dahi dikilmez siper olmak bazı şeylere savaş değil midir? Kendince mücadele değil midir? Duvarsın sen öyle heybetlice durabilmekten başka ne yapabilirsin etki oldukça tepki verebilirsin ancak sen olmazsan etki olduğunda tepki diye bir şey var olur mu?? olmaz ya tabi...
Öyleyse devrilmeden dikilmek daha doğru değil midir?
Peki ama nasıl? diye öğrenmek istedi duvar.
Devril! diye mırıldandı rüzgar, derin bir haz duygusuyla.'
(Wolfgang Borchert'in Duvar başlıklı öyküsünden, Ama Fareler Uyurlar Gece)
Müthiş bir diyalog...
Konuşmanın üst tarafı da altı da burada beni ilgilendirmiyor. ''
Demiş Rasim Özdenören yenişafaktaki köşe yazılarının birinde, ve yazının sonunu şöyle devam buyurmuş.
'' Duvar, öç almayı kuruyor, fakat bunun üstesinden nasıl gelebileceğini bilemiyor. O sırada içinden, bilincinden, belki bilinçaltından gizli bir ses
onu uyarıyor: devril! Ne müthiş bir buluş! O sırada onun için hayatta kalıp kalmamak da o denli önem taşımaz olur. Devrilir. Başka da yapacağı bir şey yoktur zaten elinde...
Öçmüş möçmüş, hiçbir şey, hiç kimse kimsenin umurunda değildir zaten o sıra... ''
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/RasimOzdenoren/devril-ey-duvar/40044
Bende yazıyla beraber zihnimde oluşan sualleri sıralayacağım bu vesileyle müsadenizle.
O sırada hayatta kalıp kalmamakta o denli önem taşımaz olur denmiş... 'var olma'yınca öç alabilmiş mi oluyor insanoğlu bilmedim...
Devrilmek yada devrilmeden öylece dikilmek alabildiğince...
Hiçbir şey yapamıyorsan dahi dikilmez siper olmak bazı şeylere savaş değil midir? Kendince mücadele değil midir? Duvarsın sen öyle heybetlice durabilmekten başka ne yapabilirsin etki oldukça tepki verebilirsin ancak sen olmazsan etki olduğunda tepki diye bir şey var olur mu?? olmaz ya tabi...
Öyleyse devrilmeden dikilmek daha doğru değil midir?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)