alışkanlık olduğu için kötüdür sigara.
nefsi pışpışladığın aklı uyuttuğun bir alışkanlık.
kontrol edildiğin ama edemediğin bir alışkanlık. nefsini okşadığı için bileklerine geçirilmiş kelepçeyi göremediğin bir alışkanlık. Çıkarmak demiyorum göremediğin görmeyi reddettiğin.
- kimse ama ben tiryaki degilim birakirim istedegimde istemesem 3 ay icmem vs demesin kendine yenilmektir. kendi yalanlarını kabullenmektir sigara. yenemediğin nefsini okşayan şeyi bir de güzel gösterme kabullen bari ki kendine yürekli ol kimseye olamasanda. -
sadece kendini değil kendi nefsin için başkasınıda duman altında bıraktığın bir alışkanlık. kendi sigara hücren olsa orda içsen içsen çıkarkende üstünü filan değiştirip çıksan kimseye bi zeval gelmese neyse...
hele hele çocuğu olanlar... o küçüçük cigere sana çook az gözardı edilebilecek bir zarar olarak gördüğün o şey neler yapıyor biliyor musun. yahu çekmek zorunda mı o küçük o havayı?? neden oksijeninden çalıyorsun??hakkın var mı?
faranjiti olan bir insanım allahtan artık içmekanda yasaklandı. ama inanın bana helede hassasiyetimin arttığı zamanlarda dışarıda sigara içip otobüse önüme oturan adamın sigara kokusu bile karnıma gramplar sokacak kadar gözlerimden yaşlar getirtecek kadar beni öksürük krizine tutuyor. simdi ben o adama nasıl kızayım evet hakkıdır da diyemiyorum ben saatlerce kendime gelmeye çalışıyorum onun bir anlık zevki için. sizce hakkı mıdır onun bu yaptığı? yahutta benim ne suçum var o acıyı sıkıntıyı çekmek için hele hele onun keyfi için?? Çözümü olan var mı içenler? kızmalımıyım? ki kızamıyorumda ama rabbim sana havale ettim diyorum eğer gerçekten beni sıkıntıya sokarsa. haa evet bunu da düşünün hiç tanımadığınız bir insan size arkanızdan böyle dualar edebilir canı yandığı için.
neyse...
önce insan kendine dürüst olmalı. evet yeniliyorum diyebilmeli.
babam ben küçükken çok içerdi gözümün önünde ölürdü adam aşırı zayıftı ve o öksürükleri hala kulağımda dır. çok şükür bıraktı sonra öldüğümü hissediyordum diyor. evet diyor çok zevkli bir şey iyi bir şey olsa yebiden hemen başlarım bırakalı 20 yıl olmuş. ama işte size baktım ve hayır dedim değmez size bunu yapmaya değmez. olaki babamı o sebepten kaybetseydim içten içe kırılırdım gücenirdim ben babama. ama simdi elhamdulillah diyorum. o yüzden onunda tecrübeleri ile diyorum ki insan önce kendine dürüst olmalı...
ha yukardaki entrylerdeki serzenişlere gelince dünyanın en kötü şeyi değil tabiki. ona bakılırsa nefse böyle ilmek ilmek yebildiğin her şey sigaradır. farkı yok. buna aşırı film dizi izlemek aşırı yemek yemek yahut herhangi saçma birseyi nefsinjzi oksamak için yapmak da dahil edilebilir. keza çay içerken bazen sigaradan ne farkı var diye sordugum oluyor kendime çünkü bazen öyle bir niyetle içiyorsun ki... içindekilerin arasından süzülüp gidiyor. hoş artık her aksam sabah da içemez oldum çayı o da ayrı bi mesele o da kalmadı. neyse iste anladınız siz alışkanlık olması nefse hizmet etmesi ve kontrol edilememesi yüzünden kötü bir sanı vardır ki bence olmalıdır. insan aklını tutturmamalıdįr başka bir şeye.
ha yok illa illa diyorsan zaten demişsindir dedim ya insan önce kendine dürüst olmalı.
ha bir de... benim ailem çoluk çocuğum yahut kaybedecek bir şeyim yok diye nefsinin başka fısıltılarını dinleyenler var. onlara sözüm o dur ki: sen olmasına niyet edemememişsin ki daha yok diye dert belleyip efkar ettimd diye sebep belleyip alıyorsun eline sigarayı. alışkanlık öyle bir kelimedir ki... geçmisino ve geleceğini etkiler kararlarını zaaflarını etkiler. sigara için demiyorum insan her tür alışkanlığını gözden geçirmeli. gece sürekli dışarda olmak, cafelerde sagda solda çok zaman harcamak boşa vakit geçirmek... hatta hatta sosyal medya... sözlükte harcanan vakitler... her ne ise alışkanlık önce farkındalık oluşturup kendimize getirisi götürüsünün hesabı yapılmalı.
kontrol edemediğin yenik düştüğün nefsini okşayan her haslet sigara gibidir. kötü mü değil mi aklına nefsine değil vicdanına imanına sorman gerekir. sizin nazarınızda farklı olabilir tabi herkesin kendi cevabı farklı. kendinize dürüst cevap verebildiğiniz kadardır kötülüğü.
Elhân-ı tuyûrun yerine samt-ı ümîdi.... (Kuşların nağmeleri yerine ümidin suskunluğunu....)
29 Ocak 2016 Cuma
Sigara?
22 Ocak 2016 Cuma
Insan ve endişe
Samuel pepys diye bir şahıs var 17 yy da bir günlük yazmış bu kişi:
https://en.m.wikisource.org/wiki/Diary_of_Samuel_Pepys/1660/January
1600lerdeki tum gozlemlerini yasami aksettirmis yazilarina...
Arkadaslari onemli kisilermis. sanattan onlarin calismalarini da aktarmis nasil ilerlediklerini vs.
Mimarideki restorasyonlari sehir kulturunu ve Degisimleri, insan iliskikerini kısacası tüm gozlemlerini... Döneme ait veri deposu gibi yani
Mesela biz restorasyonda bilgi yoplarken kalkın eski fotograflarina bakariz iliskikerine anilarina yasanmis ne varsa... halkla konuşmak bilgi toplamada önemli bi etkendir... sonra o verilerle tarihe... sosyolojik cografik degisiklikkere vs bakilir...
O günlükte o yüzden önemli imiş iste adam derlemiş toplamış defter defter cok düzenlice tutmuş bu kaynakları...
Düşünüyorumda insanlar başarmak için yapmıyor
Büyük bi etki içinde yapmıyor.
Sadece gerçekten sevmek ve yapabildiğinle kendi sürecini geliştirmek şartlar olgunlaşınca... bişilere dönüşüyor adı başarı oluyor yada başarısızlık... o yolla olmayacagını da kanıtlayabiliyorsun, mümkünlüğünü kanıtladığın gibi... nasibin neresinde olduğu ise meçhul o da rabbin lütfu galiba...
Ama nedense biz okurken bunlari... başarıları.. güzel şeyleri... sadece sonuca odaklaniyoruz. Başarmakkk hee yoo başarmaaakkkk diyoruz
Kendimiz çabalarken de hadi zıplamalıyım başarmak a dioruz zıplayamayıncada kendimizi suçluyoruz.
Çok aptalca bi düşünce aslında niye öyle düşünüyoruz. Nerden kapıldık bu izlenime bilmiyorum.
Başarmak, evet başarmak değil.... süreç... ve dayaniklılık... önemli olan. Oysa biz neden yoldayken kaybettik hissine kapılıoruz... oysa küçücük küçücük başarılar yıllar yıllar sonra anlaşılıyor baksana. Hangi dahiye bilimadamına yaşarken ödüller yağdırmışlar? dünyanın mükemmel adamı yapmışlar? Hani biz mükemmel mükemmel diye tutturuyoruz ya!...
Hep öldükten sonra yıllar sonra aaa bu adam da bişiler yapmış iyi yapmış demişiz. Dibimizdeyken göremeyiz büyük bi perspektiften bakmamız gerekiyor... çok büyük bi perspektiften. Oysa biz ufacik çakıllarla debelendiğimizi saniyoruz. Niye böyle düşünüyoruz düşündürülüyoruz?? Çok ilginç değil mi ya... âhh insan acelecidir diyor Rab. Ondandir belkide hemen olsun bitsin mükemmel olalim?!
Hala aklen kabulleniyorum ama gönlüm endişelerle korkularla dolu... aklen buluyorum korkmamam gerektigini ama hala kısa sürede başarı planları yapıyorum ne ilginç...
" Doğu irfanının büyük bilgesi Sadî Şirazî, “İnsan nedir?” sorusuna “Yek katre-i hûnest, sâd hezârân endîşe” yani “İnsan üç beş damla kan ve bin bir endîşedir.” şeklinde bir cevap veriyor. Bu, şüphesiz ki bir bilgenin, bir sûfînin bütüncül bir insan tanımı değildir. Sadî, bu sözüyle insanın dizginleyemediği ihtiras ve arzularıyla ne hale gelebileceğini belirterek, insanın “kan ve endişe”den öte bir anlamı olması gerektiğini söylemek istiyor. "
Ya rab gönlüme düşür bunları...teskin et kalbimi... sabr ver, azm çaba ver... niyetimizi yoluna daim kıl. (Amin)
Posted via Blogaway
Cami mimarisi
Mahmut Sami Kirazoğlu nereli?
Mahmut Sami Kirazoğlu 1948 yılında Adana’da doğdu. Mimar Sinan Üniversitesi Yüksek Mimarlık Bölümü’nden mezun olduktan sonra dünyada birçok yerde ihtisas, doktora ve master yaptı. 35 yıldır Suudi Arabistan’da hizmet veriyor.
Yüksek Mimar Mahmut Sami Kirazoğlu, Suudi Arabistan’da neler yaptı?
Kirazoğlu, Cami Yapı Ekipmanları Dergisi’nin 1 Nisan 2013 tarihli sayısında yayınlanan röportajda şöyle anlatıyor;
“Peygamber Efendimiz’in sırtında taş taşıyarak yaptığı Kuba Camii başta olmak üzere, hepsinde proje müdürü olarak baştan sona kadar detay çalışmalarında çok şükür bulundum. Diğer bazı camilerin restorasyonunu da yaptık. Bu camilerin birçoğunun plan ve projesini, uygulamasını biz yaptık. Birkaç tane proje de İngiltere’den geldi ama bazı yerlerinde değişiklik yaparak usulüne, şartlarına uygun hale getirmeye çalıştık. Mesela İngiltere’den gelen Kuba Camii’de üç tane kapı vardı. Biz tabii Allah korusun izdihamı düşünerek kapı adetlerini artırdık. Dolayısıyla farklılıklar oluştu fakat ana özelliklerini bozmamaya gayret gösterdik. Yani eski eserlere el sürerken aslına sadık kalmak için çok dikkat ettik. Bazı camileri yıkılmış olduğu için yeniden aslına uygun olarak onarmaya çalıştık.
Mahmut Sami Kirazoğlu, cami mimarisi için ne düşünüyor?
Dünyanın her yerinde çok şükür camilerimiz var. Allah’ın bir lütfu bu camiler. Şuanda yapılan camilerin rakamı akıl almaz bir sayıda fakat en zor tarafı şu; ben bir yaptığımı bir daha yapmam yani aynı camiyi başka bir yere uygulamam. Maalesef Türkiye’de bu konuya dikkat edilmiyor. Fotokopi çektirir gibi camileri kopyala yapıştır yapıyorlar. Üç beş kuruş vermemek için proje parasını ödemek istemeyenler, yaptıkları camileri bir milyon fazlasına mal ediyorlar ama bundan haberleri yok. Lüzumsuz şerifeler, lüzumsuz tezyinat, leblebi gibi kubbeler… Mimarların Sultanı Mimar Sinan, bu işin şahikasına ulaşmış, sen onu niye taklit etmeye çalışıyorsun? Ki edemiyorsun bile… Olacak iş değil ama maalesef durum böyle. Dinimizde her zaman mezara kadar ilim denmiş, namazın, orucun bile belli vakitleri var ama ilim için yok. İlim kadın ve erkeğe de farz buyrulmuştur. Biz tam tersine camileri, Allah’ın evlerini, yaparken cehaletle hareket ediyor, üretim yapmaya çalışıyoruz ve el cebinden hayra çok meraklıyız. Yok böyle bir şey, herkesin hakkını vererek, gücümüz yetiyorsa hayır yapmalıyız.
Kopyayla bir sanat ölmüş oluyor cami mimarlığı son buluyor. Şuanda ezan sistemindeki merkezi ezandan bahsediliyor. Ne demek merkezi ezan? O zaman yarın bir gün Allah korusun merkezi namaz da mı başlayacak? Koskoca Türkiye’de sadece o ezanı okuyan yerlerdeki kişilerin mi sesi güzel? Yok öyle bir şey. Sesi, mahreci, makamı güzel hatta bunun eğitimini yapmış kişileri alın, geliştirin, eğitin ondan sonra müezzin olsunlar.
Mahmut Sami Kirazoğlu, neden Türkiye’de çalışmıyor?
Bir örnek vereyim; bir hasta ameliyat masasında profesör ve ekibine teslim edilmiş ve ameliyat başlamış bir anda kapı güm diye açılıyor ve içeri beş altı kişi geliyor, diyorlar ki bu hasta bizim yakınımız, senin değil bizim istediğimiz yerden keseceksin. Bu durumda hastayı da maalesef öldürmüş olacaklar. Cami işi de bunun gibi bir katliama benziyor. Kaç tane mimari eser var Cumhuriyet Tarihi’nde bana sanat eseri, sanat tarihi kitabını getirtecek cami gösterin. Sonra herkes diyor ki niye Türkiye’de çok şey yapmıyorsun. Yaptırmıyorlar ki, bu cami de benim ama o kadar çok hata var ki içinde, peki niye çünkü benden çoğu çıktı. Mesela engelliler için ben arkada sabit sedir düşündüm. Yarın bir gün kırmızı, mavi, yeşil plastik tabure getirirler, doldururlar diye. Yok efendim millet tembelliğe alışırmış. O kendiyle Allah arasında bir konu. Tembelliğe alışır diye böyle bir şey yapılmaz adam hastaysa zaten ister istemez bir şekilde oturacak. Oturup kalkamıyor ne yapsın? Çok kısa bir şey anlatayım; yaklaşık beş, altı ay evvel Çengelköy taraflarında benden bir cami istediler, devamlı ısrar ettiler isim vermek istemiyorum emekli bir cami imamıydı. İmam camilerin sorunlarını, ihtiyaçlarını cemaate göre daha iyi bilir ama ben dedim ki; sizden baştan bütün arzularınızı, isteklerinizi alacağım ama yaparken de hiç işime karıştırmam. Ama baştan söyleyin çünkü oradaki ihtiyacı siz benden daha iyi bilebilirsiniz. Burada Cuma namazında bir sürü kişi oluyor örneğin sabah namazında 10 kişi bulamazsınız. Siz bilirsiniz bunu ben her geleni takip edemem. Oranın gelişmesini bilmek lazım. Hatta oranın itfaiye, trafik teşkilatı, sağlık bölümleri, muhtarı, belediyesi herkesle konuşmak lazım. İstanbul’a geldiğimde Çamlıca’daki camiyi görmeye gittim, yorgunum ama oraya kadar gelmişken bir uğrayayım dedim. O kadar istekli olan kişi sizinle çalışmaktan vazgeçtik dedi. Neymiş, kimseyi işime karıştırmam dediniz ben de arkadaşlarla konuştum yok dediler. Biz karışmadan cami yaptıramayız dedi. Türkiye’nin hali bu işte.
Mahmut Sami Kirazoğlu, cami mimarı eğitimi için ne düşünüyor?
Cami sanatı öldü mü, neden mimar yetişmiyor? Teşvik etmek lazım ki mimar yetişsin, para vermezsen mimar yetişmiyor. Ne yapsın o da ev geçindirecek Mimar akustiği bilemeyebilir. Ben bu işte çok hassasım, şimdi yapılan boyutlar, sistemler hepsi sesle alakalı yani oradaki girinti, çıkıntı… Mesela mukarnas, yuvarlak alanla düz alanın ayrıntısının birbirine geçişini sağlayan dekoratif bir öğe gibi görünür ama esasında sesi absorbe eder. Koskoca bir kabuk yapıyorlar neymiş modernmiş cami. Modern diyorsun hamam sesinden berbat inliyor cami, hiçbir şey anlaşılmıyor ne biçim şey bu. Mesela balkondaki parmaklık, kubbe balkonu, oradaki pencerenin temizliğine hizmet eder ama en mühimi de kubbeden gelen o anormal yankıyı keser. Balkonun döşemesinde bile sesi absorbe edici malzeme kullanmak lazım. Camide herhangi bir halı da kullanılmamak gerekir. Bunlar önemli şeyler ama kimin aklına geliyor. Lüzumsuz minareler doğru dürüst statiği yapılmıyor. Cami cemaati camiyi bilir diye bir kaide yok. Cami cemaati, camiye girip çıkıyor tamam sorunları bilebilir, konuşup fikirlerini almak tabii ki iyi. Hocalarla konuşmak tabii ki iyi ama onların kültürü bir noktaya kadar. Mimar bu işi cemaatle hocalarla yani mimari ve dini yönden ikisini birleştirip bir noktaya, bir hedefe gider. Mimar yetişmesi için teşvik edilmeli, bizde tam tersine mimarların önü kesiliyor.
Mimar denilince üniversite okuyacaksınız. Üniversitede cami diye bir bölüm yok. Meraklı olan bazı hocalar tek tük cami projesi yapabiliyor ama bu kolay iş değil. Benim babam, rahmetli Ömer Kirazoğlu, aynı zamanda sarayda da baş mimardı ve bütün camilerin restorasyon şefiydi. Ben tabii beş yaşıma kadar onun yanında büyüdüm. Birikimim buradan geliyor. Bir de ben mesleğime aşığım. Bu mimari meslekte de en büyük tehlikelerden biri kibir sahibi olmak. Yani ben bilirim başkası bilmez diye düşünmek çok tehlikelidir. İlmi de saklamamak gerekiyor çünkü ilmi saklayan kişi bir noktadan sonra kendisi de ilimsiz hale gelir. Bana neyi sorarsanız bildiklerimi anlatırım, çekinmem sebebi şu; ben bir veririm Allah’ım bana on verir. Ben bunu senelerdir gördüm ve bu kadar camiyi bana Allah’ım bunun için nasip etti. Yaptığım camilerin hepsi farklı zaten bunun güzelliği, tadı da burada. Aynısını yaptıktan sonra benim mimarlığım kaç para eder. Tabii ki farklı yapacaksın koskoca Mimar Sinan’ın birçok eseri var, o devirde niye bir tanesi birbirinin aynısı değil? Yapamaz mıydı tabii ki alasını yapardı ama yapmadı.
Mahmut Sami Kirazoğlu’na göre ideal bir cami nasıl olmalı?
Namaz temiz olduktan sonra her yerde kılınır. Kilise’de dahi namaz kılınabilir. Ancak o huzur duygusunu yansıtan ortamı sağlamak kolay iş değil. O zaman işin uzmanı olmak gerekir. O ruhu, hissi duymak lazım. Yani bu anlatmakla olacak iş değil. Mimarsın ama sen o duyguyu, o sorunları yaşadın mı, içine girip çıktın mı, alnın bir secdeye gitti mi, bir abdest aldın mı, abdest alırken musluğun uzaklığı, eksikliği, üstün başın batıyor mu batmıyor mu dikkat ettin mi? Birçok camide ben lavaboda abdestimi alıyorum niye? Abdest alma yeri diye yapılan yerlerde üstüm başım batıyor. Ayakkabılık, akustik, caminin havalandırması, ısısı çok önemli, bunlar büyük sorunlar. Camiler, bu detaylara dikkat ederek yapılmalıdır. Allah korusun panik diye bir olay var. Bir afet olduğu zaman, en çok ölüm hadiseleri zaten panikten, ezilmeden ortaya çıkar. O halde tedbiri almak gerekiyor. Basit bir şey söyleyeyim Avrupa’da birçok caddede cami var. Orada tuvalet kapıları dahil hiçbir kapı içeriye açılmaz. Türkiye’de bunu yapamazsınız. Sen yaparsın yarın marangozu çağırır içeri açtırırlar. Dışarıda herkesin elinin değdiği mescit sallanacak, neymiş camiye rüzgar girmeyecek, bunun bir sürü tedbiri var. Bunu çözdük zaten. Karışmazlarsa gönlüm rahat cami çiziyorum ama bizim Türkiye’de ne mümkün. Herkes mimarın kralı, herkes profesör, gücünüz yetiyorsa projeyi çizin diyorum ama yok. Cami ortaya çıktıktan sonra her şeye karışılıyor. Niye mavi, niye yeşil, şunu şuraya koyalım, bunu buradan kapatalım… Nedense bu cami konusunda mimarın kaderi mi diyeyim inşallah düzelir. Yani kimse beklemesin ki bizden Sinanlar falan yetişecek diye Sinan yetişmesi için teşvik etmek lazım.
Dinimizde sadelik vardır. Camileri yaparken çok abartıyorlar. Mihrap, minber adamın elinde üç tane minber, mihrap modeli var yeni bir şey yok. O kalıbını çıkarmış, şimdi cns makinaları da var. Bir de bilgisayara verse iş kolay. Camicilik bu değil. Halıda kilimde göbekli halı yapıyorlar. Topkapı Sarayı’na halı mı yapıyorsun? Burada saf düzenliği diye bir olay var, merkezi bir sistem var, saf düzeni bozmamak lazım. Dünyada ne kadar renk varsa bir camide hepsi kullanılıyor. Mimar Sinan böyle bir şey yapmış mı? Birçok eski camide de bir sürü hata var yani eskiden hata yapılmadı demiyorum ama Mimar Sinan ulaşılmaz bir deha Allah’ımız bundan sonra da öyle birini yaratır mı bilemem ama o başka bir şey. Niye nisbet yok, o minare alıp başını nereye gidiyor, o hopörler panayır hoporleri gibi. Hastası var, çocuğu var niçin bu kadar bağırttırıyorsunuz? Namazın saatini bilen zaten bilerek gelecektir. Yani kibar bir sesle insanları davet etmelisiniz çünkü ezan davettir, bağırtı değildir. Bu bilinçte olmak lazım. Maalesef hocalarımızın yüzde 90’ı mikrofon kullanmayı bilmiyor. İstediğiniz kadar iyi ses sistemi kullanın hocanın da mikrofon eğitimi alması gereklidir.
http://emlakansiklopedisi.com/wiki/mahmut-sami-kirazoglu-yuksek-mimar
19 Ocak 2016 Salı
Kapı
Her şey standartlaşmadan evveldi.
kapı demek misyonunu ilk dışarıya yansıttıgın bir perde demekti.
Yapıldığı malzemesi biçimi stili yansıttığı dönemi ve kültürüyle ailenin yapısını yansıtırdı. üstündeki morifler düşünce sistenini tokmakların çesidi yine kültünü ve nasıl bir aile yapına sahip olduğunu anlatırdı yoldan geçenlere.
Kapı çalış şekline göre içerdekiler hazırlanır geleni öyle kabul ederlerdi. Hatta kapıyı kimin açacağına yine bu tokmak çesitleriyle karar verilir tiz sesli küçük tokmak çalınırsa evin bayanları misafiri buyur eder ancak tok ses çalarsa gelenler arasında beylerin olduğu anlaşılırdı. sözlü ve yazılı değildi kurallar. herkes bilirdi sessizce uygular saygı duyardı birbirine. tevazu yüz kızarmakmaklık diye bir şey vardı. Baş öne eğilince utangaçlık sıkılganlık olarak adledilmez karşıdakine saygı duyduğu için müsade eder bakışlarıyla onu rahatsız etmezdi. Varlığını kabul ettim insan bildim buyurasın demekti bir nevi. perdeydi.
kapıda öyle bir perdeydi işte bahçeli 2 katli geniş ailenle yaşadığın evinin özeli dışarı çıkmasın ama nasıl bir aileyiz gelenler girecekler bilsin ki ona göre kendini hazırlasın içindi. ön tanıtımdı bir nevi şimdilerin fragmanı. Bilen edebini ona göre takınıp öyle girerdi.
Sonra bir kapı kültür den başka o hanenin durumunu ve orada ne kadar süre ile oturduğu oturacağınıda yansıtan bir elemandı. hatta elemandır hala gecekondularda. Bazen bir perde yahut herhangi bir deliği kapatıcı şey kapı görevi görür. Hani küçükken oynadığımız evdeki yastıklarla minderlerle kendimize yaptığımız o küçük ama güvenli el yapımı evimizin kapısı gibi... deliği kapatacak içeriyi güvende tutacak herhangi bir şeydir kapı.
Kapı çok şey anlatır insana. Okuyabilmek gerekir ancak. bir de standartlaşmaması. ama standartlaşan yalnızca kapılarımız olsa diymi? Sahi evlerimiz ve evimizi oluşturan her şey bizimle şekillendiğine göre ve bir süre sonra bizi de şekillendirdiğine göre... biz de standartlaşmış tek tip insan tipine bürünmüş olmayalım? nerede bizim biricikliğimiz? unique olmak hani popülerdi?? Western countries in tıpkısını yapmak mıdır unique lik? Âhh sözlük nerde...
17 Ocak 2016 Pazar
Ağlamak
Zayıflık olarak adlederdim bir zamanlar. böyle pat pat konuşmam gereken zamanlarda kendimi kontrol edemeyip ağlamak zayıklıktı evet. Sinirlenirdim kendime ve belkide nefret ederdim o halimden.
Sonra farkettim ki alıştığım bir nimetmiş sadece. Nimete alışmak kötü bir şeymiş. Yokluğunda anlaşılıyormuş meğerse...
Işte bu yüzden sebeptir ki yokluğu ile sınanıp hiç ama hiç ağlayamadığım bir zamanım oldu. Yok hiç yoktu.
bir damla gözyaşı çıksa yüreğimdeki yangın sükûta erecek sanki ama ağlayamıyordum. Zayıflık olarak adlettiğim şey bu sefer gözümde bambaşka bir değer kazandı. Insan olmaklıktı, duygularımı nötrlemede etkendi, sükûttu, dua edebilmeye vesileydi, bir kapıydı sanki güzel şeylere açılan içini yumuşatan.
Nimet olduğu bildirildiğinden beri ağlamamayı istemedim hiç, ağladığım için sinirlenmedim kendime. Durduramıyorsam hatta gülerek ağladım etrafımdakiler sorunca olur arada geçer birazdan dedim onlarda güldü. Gülerek ağlamak da başka bir nimetti.
Daha sonra ağlama zamanlarım ve onlara ağladığım insan tipleri değişmeye başladı. Zamanları düşününce bir köprüydü benim için ağlamak. Bir basamaktı Rabden gönderilmiş. Ağlayabiliyorsam adımlayabiliyordum. Elhamdülillah.
Insanlar tipleri içinde bambaşka şeyler paylaşıp o anı ölümsüzleştirdiğim anlardı. Paylaşmaktı ve bu ağlamaklı paylaşımlar ya kardeş yapıyordu karşıdakini yada dost yada yüreğinin bir köşesinde beliren ansızın o anı hatırlayınca dua eylediğin Allah için sevdiğin biri oluyordu. Karşındakini de insan eyliyordu insan olmaya dair birseyler kuruluyordu arada. Sonra baktımki "ağlama" diyemez olmuşum. Ağlamalıymış çünkü insan. Ağladıkça insanmış.
Sonra bir gün zenci bir adam gördüm kabe duvarında ağlayan. epeyce iri ve uzun, bayağı bayağı bir adam. Ağlamak ne demek bambaşka bir haldi o. O koskoca adamın tüm vücudu sarsılıyordu o duvarda. Önce şaşırdım bekledim bitirmesini bitmedi bir türlü hatta zaman zaman şiddetlendiriyordu ama bitmiyordu. Hiç böyle ağlamamamıştım ben. Düşündüm düşündüm çok ağladığım zamanlarda bile ağlamamıştım böyle. Hiç bir erkeği öyle ağlarken de görmemiştim çünkü benim toplumumda erkekler ağlamazdı. içim acıdı düşününce bunları. Toplumun insanların önüne çektiği bu seti düşündüm, korktum. ne yapıyorduk biz yıllardır, nimeti engellemekti bu resmen. Yazıktı. Nasıl böyle bir set çekilebilirdi... hayır hayır vardı bi yanlış. Ama o an idrak edemiyordum. Düşünürken bunları hala adamın sarsılmasını izliyordum ağlarken. Kul olmaktı ağlamak. Ne güzeldi. Rable paylaşmaktı. Başka bir kulla değilde yaratanınla paylaşınca kul oluyordun. Ve öyle bir nimetti ki başka bir nimete kapı açıyordu. "Isteyebilme" nimetiyle yeşeriyordu. Dile geliyordu yapamadıkların... yanlışların... acz iyetini dile döküyordun. Pay ediyordun hiçliğini. Kul eyliyordun kendini.
16 Ocak 2016 Cumartesi
Dünyada sevimli gelen şeyler
'' dünyada bana üç şey sevimlidir: güzel koku, kadınlar, gözümün nuru namaz. ''
hz. peygamberin yanında bir kaç sahâbe oturuyordu. hz ebubekir ra. çok doğru dedive şöyle ekledi:
'' ben üç seyi severim: senin mübarek yüzüne bakmayı, malımı senin yoluna harcamayı ve kızımı senin nikahında görmeyi. ''
hz.ömer şöyle dedi:
'' şüphesiz söylediklerin gerçektir. ben de üç şeyi severim: emr-i bil marûfu (doğruyu emretmeyi), nehy-i ani'l-münkeri (kötülüğü yasaklamayı), eski elbise giymeyi. ''
(bkz: emr-i marûf)
(bkz: nehy i anil münker)
hz osman söze başladı : '' çok doğru, ben de üç şeyi severim: açları doyurmayı, çıplakları giydirmeyi, kuran-ı kerim okumayı ''
hz. ali çok doğru söyledin: ben de üç şeyi severim: misafire hizmet etmeyi, sıcak günlerde oruç tutmayı, düşmana kılıç sallamayı ''
bu sırada hz. cebrail as. geldi ve dedi ki:
'' beni Allahü teâlâ gönderdi ve eğer ben (cebrail aleyhisselam) dünya ehlinde olsaydım, en çok neyi sevdiğimi bildirmemi emretti ''
hz peygamber en çok neyi sevdiğini söyle dedi. cebrail de:
'' yoluna kaybedenlere yol göstermeyi, fakirlik içinde ibadet edenleri sevmeyi, çoluğu çocuğu çok olan yoksullara yardım etmeyi. '' dedi.
Allahü teâlâ da kulların üç halini sever:
kendi gücünü harcamasını,
günahlarına tövbe edip pişmanlık gösterirken ağlamasını
ve kıtlık karşısında sabretmesini.
***
onlar seviyor diye sevenlerden olabilmek* * ve dünyaya bir de onların sevgileriyle bakabilmektir.
batı görüşlerine hayranlık duyduğumuz dünya sevimsizleri: ''gününü yaşamak, siz buna değersiniz sloganları, değmeyecek ürünlere şeylere kendini harcamak, kahralona kadar eğlenmek, yemek içmek, yaşamış olmak için yaşamak '' gibi görüşerlere değil;
yukarıdaki sahabe görüş açılarıyla dünyaya bakmalı müslüman.
***
şahsmın sevdiği şeylere gelince;
kitap, kelam, yeryüzünü dolaşmak
12 Ocak 2016 Salı
Sırr-ı sevdâ
Kalp midir insana sev diyen
yoksa yalnızlık mıdır körükleyen?
Nedir sevmek; bir muma ateş olmak mı
Yoksa yanan ateşe dokunmak mı?
Şems-i tebrizi
11 Ocak 2016 Pazartesi
Romantik islamcılık!
Sözlün hatta nişanlın senin helal in değildir!
Bu minvalde evlenmek için bi kere görüstüğün bir şahısta senin helalin değildir. Çizilen yol evlilik icin olsa bile helalin değildir. Herşey evlenmeye uygun olsa bile hitabına aldığın şahıs helalin değildir. Ortada dini nikahın yoksa henüz sen o kişiye helal değilsin!! o da sana helal değildir!
Helalin olmayan bir şahıstan da evlilik minvalinde isteyeceğin yahut bekleyecegin yahutta yapmak zorunda oldugun yapacagın davranışları ne sergileyebilirsin ne de bekleyebilirsin.
(u: şimdi burda kim helal kim değil onu tartışmayacagım)
Sabah namazında uyandırmaklar
Ramazan sürecinde olmuşsa görüşme hatim yapsanız iyi olurlar
Ayy evet ya sıkıntı olur siz şey yapmayın üzülmeyin yorulmayınlar tavsiyeler destekler omuz vermeler
Şu saatler arasında şurdayım sonrasında görüşürüz sonrasında saatler ve saatlerceleri isteyip bekleyen... kaçda ineceksiniz varacaksınızlar...
Nasıldı şu işin(u: !) Iyidir inşallah. Gibi bi sizli bi senli konuşmasında kime hitap ettigini ayarlayamayan
çok dikkatli müsbet olduğunu iddia eden
ve dahi kızlarla konusmadığını iddia eden ve hatta bazı hassasiyetler hususnda uyarı aldığındada "hassasiyetiniz beni memnun eder" şeklinde ayılıp bayılan ama nedense o hassasiyeti kendi gösteremeyen
Ikaz sonrasında günaydınlar gununuz aydin olsunlar gibi direk kişiyi tanımaya yönelik olmayan sempatik ve düşünceli olduğunu göstertmeye çalışan ama nedense çook daha itici olan... sayın müslüman kardeşim!
Heyhat diyorum heyhat!!
Bu mudur müslümanlık, duyarlılık, hassasiyet?
Islami ölçülerde görüşme taleb ediyorsun
Karşındakinin pantolon giymemesini pardesüsünü merak ediyorsun sorguluyorsun. Eyvallah hakkındır böyle bi sorgu lakin bunları sorgulayan bir erkek nasıl islami ölćüler çerçevesinde görüşmenin kurallarını bilmez de daha sözlenmediği ailesinden istemedigi birini sabah namazına kaldırmaya kalkar!! ne yaptığını sanıyorsun birini islama kazandırdığını mı? sevap kazandığını mı?? bu nefse yenik düşmek değildir de nedir sorarım sana? bunun adı nedir kardeşim! biri buna izah etsin lütfen rica edeceğim.
Aklımın idrakımın almasını bırakın bu nasıl bi kandırmacadır yahu. kişi karşısındakini mi aptal yerine koyuyor kendini mi karar veremiyorum?!!
Biri bana açıklasın ben mi aklımı kaçırıyorum. Madem öyle bi görüşme yapılacak adı islami ölçütler çerçevesinde olmasın! Görüşlere saygı duyarım kimseyi istekleri doğrultusunda yargılamak istemem ama onun adı o olunca öyle davranılmıyor anlatabiliyor muyum??
Yok yok biryerlerde yanlışlık var diyemiyor mu o kadar hassas müslüman evladı.
Nerde yanlışım biri açıklasın lütfen yoksa bu güruhun hepsini topladığımla ateşe atıp yakıp kül etmek istiyorum yani.
Heyhat ya Rab ne büyüksün buna bile tahammül edemiyorum hemen yakmak istiyorum kimki haşa şair demiş ya "sen de kim oluyorsun asıl sabreden Allah"
Bu nasıl bi Rahmettir merhamettir... sabrediyorsun,
Ya Rab ne büyüksün...
9 Ocak 2016 Cumartesi
Hep iyiyi beklemek ve istemek sonrada hayal kırıklığına düşmek
gözyaşlarını içlerine ekenler sevinç çığlıkları ile biçecek: (demişler demişlerde bizler bu sözün neden hep sevince ulaşmak kısmını bekliyoruz umut ediyoruz sonra hayal kırıklıkları...)
gözyaşını içe akıtmak
yani rab den gelen imtihanı kuluna şikayet etmemek
şikayetlenmeden sabr ile beklemek.
ekmek... yani geregini yapmak belki yani hamd etmek.
o zaman yani ektigini biçme vaktinde
imtihan vakti geçince bu imtihanı verebilmişsen eğer...
rabbim bir ferahlık bir huzur bir coşku verir elbet hatta çektigin sıkıntı kadarcası yahut rabbin merhamet ve rahmetinin buyuklugunu düşününce belki bolcası. ama bir gram azcası değil! *
bu iyi güzel hoş bir şey
lakin
sanılmamalı ki imtihan bitti.
yokluk ve sabr imtihan sonucu erisilen refahlık da başka bir imtihan.
hiç iyi şeyler olamayacak biz hep imtihan olacagız sözü buna tekabül etmekte sanırım.
herşey yolunda iken için içine sığmadığında dünyaya dalıyor musun imtihanı başlıyor bu sefer...
coşarken çığlık atarken ne kadar rabbi anıyorsun?
iyi seylere de sendendir ya rab diyebiliyor musun yoksa ben iyiyimde ondan iyi oldu mu diyorsun. kendinden mi biliyorsun?
yoksa sevincini de gömüp içine,
bu da geçer ya hu diyebiliyor musun?
bir tek sen varsın başkası boş?
sen varsan dünya da varlık bolluk da yokluk darlıkta aynı?
razıyım ya rab senden gelen her türlüsüne razıyım?
belki bu sebeple sevgili peygamber gülerken ağız dolusu taşkınlıkla gülmüyordu.
ya fethler sonrasında nasıl sevinmuşlerdi sahabiler?
küçük harbden çıktık büyüğüne, nefsimizle savaşa dönüyoruz diyebilmek nası bir şeydi?
yada
karna bağlanan taşla açlığını geçiştirenler yiyecek ve bolluk bulunca dolaplarında mı depolamıştı??
yoksa bugün rızkı veren rab yine verir elbet deyip başka bir müslüman kardeşiyle mi paylaşmıştı?
İşlerimi halledip namazımı ibadetimi yapayım deme diyor rab, sen beni öncele, önceliğine al ben senin işlerini yapayım. bu nasıl bir vaad dir. demek öyle güzel bir şey ki nefse o kadaar çok ağır gelmekte! doğru olmasa güzel olmasa öylesine bur şey olsa bu kadar nefse zor gelir miydi? yap yada yapma banane derdi ama iste demek çok güzel bir şey ki önüne setler çekiyor nefs zor gelior, uğraş verdiriyor haketmen için.
bir de şöylecesi varki sormayın...
nasıl bir iman gerekir böylecesine bilemedim ben âhh..
horasanın köpekleri öyle yapar diyor ya hani şakik efendi
nasıl diyor bir piri,
bulunca diyor yiyor bulmayınca sabrediyor!
ya siz? siz nasıl yaparsınız deyince:
biz diyor, bulamayınca sabrederiz buluncada dağıtırız!!
hiç günlerce haftalarca aç kalıp sonra bulduğunuz o ufacık ekmeği yada nimeti önünüzdeki o ufak şeye bakıp yemeyimde paylaşayım aç bir müslüman vardır demeyi denediniz mi??
nasıl bir imtihandır o bilir misiniz?
iste öyle sıkıntıda kalbine ekenler bollugu buluncada dağıtmayı bilenler cennete gitmesin de kim gitsin...
rab bizlere kaldırabileceğimiz imtihanlar nasib eylesin ve o imtihanları geçebilenlerden eylesin. biz geçemiyorsak geçmemize yardım edecek başka bir sevgilisini dostunu vesile kılsın. tüm azalarımızla acz kokan ve hep yenilen şaşkın bizleri, bizlere bırakmasın. (Amin)
6 Ocak 2016 Çarşamba
Kadın olmak
dönemin en büyük karın ağrılarından biri. amansız bir beyin tümörü gibi durdukça orda rahatsız eden ama ne çıkarılabilen ne de kaçınılabilen.
şöyle ki;
bayanların fıtratının göz ardı edilmesi marifet sayılmakta.
herşeyi yapabilince bayan bayan olmuyor.
bayan zaten çok fonksiyonlu düşünebilen herşeyi yapabilen zora gelince acısından ölsede savaşabilen bir varlıkmış.
ancak ona güçlü olmak değil zayıflıkları öğretilmeliymiş ve bu zayıflıklarıyla hayatta neyi yapabileceği.
zayıflıklığının ona ve topluma ne getirebileceği.
meğer bir kadın kadın olmalıymış. kadın olunca toplumda herşey yerli yerine otruyormuş.
zaten kadın istese yaparmış. yapıncayı göstermek değilmiş marifet o zaman erkekden farkı kalmıyormuş.
erkeklerin yaptığını yapmak değil yaptığına destek olup bir olmayı bütüncül gücünü kullanmalıymış o zaman işte hem erkeğin çalışmasına destek olup hem de her tür maddi manevi yaraları sarabiliyormuş.
şuanki aşırı özgüven bilgi iş güç kuvvet pompalanmış bir bayan, hem erkeğin iş gücünü elinden almış olmuş rekabet ortamını kaç katına çıkarmış bilmiyormuş hem de bütüncül olmakdan çok tek başına yetebilirliğini kanıtlayarak etrafa, aile nedir bütün olmak nedir o değerleri unutmuş.
tek başına aile olunmaz dememiş kimse herşeyi sen yap derken ona.
başka bambaşka bir yücelik varmış meğer kadının fıtratnda
o islamda nefse yediremediğimiz geri de kalma diye adlettiğimiz şey özel bir muhafazaymış. ama kimselere laf anlatamamış kimseler. nerden öğrendilerse bu eşit olma şeysini tutturmuşlar da tutturmuşlar.
(bkz: Fıtrat) nedir bilir misiniz? dememiş kimse
(b: fıtrat) diye yankılanmamış kulaklarda
kadın güçlü olmamalıymış.
zayıflığının başkalarını nasıl bütünledğinin farkında olmalıymış.
koruma duygusunun zaafları nasıl örttüğüyle ödüllendirilmeliymiş.
o kabullenilemeyen zaaflar o zaman fıtrat diye adlandırılıyormuş ve tablo bambaşka şekilleniyormuş, genel açıyla bakınca topluma. zaaf zayıflık demek değilmiş bulmacanın birbirine geçen dişlilerinden biriymiş sadece o eksik gibi gözüken şey. aslında külütleyebilme bir olabilme birbirine kenetleme yetisiymiş o zaaflar muhafazalar. kimseler bunu böyle görmek istememiş. törpülemişler birbirne geçecek o gedikleri çıkıntıları ve eşit yapmışlar kadın ve erkeği. eşit yapmışlar da görmüşler ki... birlik denilen şey yoldaş olmak denilen şey kaybolmaya başlamış. ''aile '' denilen kavram siliniyormuş törpülendikçe o dişler.
meğer birinin eksiği gibi gözüken şey diğeriyle tamamlanıyorken fazla gibi gözüken şey de bir başka eksikle bütünleniyormuş aile denilen kavramda kadın ve erkeğin fıtratı demek bu eksikler ve fazlalıklarmış. ve toplum demek bunları birbirine oturtabilmekmiş. o zaman sıklaşıyormuş ilişkiler kültürler coğrafya ülke tablosu çıkıyormuş. herbir parçayı dişlerini geçirmeden birbirine kaldırınca havaya birkaç sn sonra pıtır pıtır dökülmeler meydana geliyormuş ve dağılıp un ufak olunuyormuş.
işte bu yüzden...
kimse kabul etmemiş ama
kadın güçlü olmamalıymış zaten.
güç değilmiş kadının yarışacağı şey
yahutta bilgi bilmek arzusu
başka bambaşka şeylermiş bunlar
ama zor gelmiş kalplere nefslere...