Elim şakağımda, perdemiz açık, camın dibinde saatlerce öyle dururdum..
Yağmura şarkı söylemek, dökülen damlalara karşı bir bardak sıcak çay içmek,
Dünyayı verseler değişmezdim o anâ.
Mutluluk bu muydu, bu kadar kolay bulunur muydu..
Diye çok sordum kendime..
Sonra yıllar, hızlı bir tren gibi geçip giden sormadan ilerleyen yıllar girdi
araya..
Ne çok kentten, kasabadan, köyden geçtim..
Ne çok yağmur yağdı..
Ama hiçbir cam akvaryuma benzemedi ve hiçbir çay bana o tadı vermedi.
Ben ilk şarkımı yağmura söyledim,
Hayâl kurmayı da ilk o zaman öğrendim.
Yazık ki öğrendiğim gün, öğrendiğim yerde unuttum.. ''
'' Hayata kablolarla tutunmasam. Bu kadar çok şifrelerim olmasa. Şarkılara bu
kadar kolay ulaşamasam. Her şey bir düğmeye, bir tuşa dokunmaya bakmasa. Her
şey bu kadar kolay olmasa. Hayatıma giren her kolaylık fıtratımdan bir parça
koparmasa. Bilgi elimin altında hazır ve nazır, emre âmade beklemese, peşinden
koşsam biraz. Kütüphane kütüphane dolaşsam yeniden.
Hançeremden bu kadar çok nefes, dilimden bu kadar çok kelime çıkmasa. Bu kadar
çok harf dökülmese kalemimden. Bu kadar çok tasnif yapmasam. Sıralamasam.
İndeks çıkarmasam. Sonra her şeyi birbirine karıştırmasam. Daha az dosya açsam.
İmzamı biraz daha özenli atsam. Harfleri daha yavaş yazsam. Mürekkebim böyle
kolay kurumasa.
Her şey bu kadar çabuk olup bitmese. Başladığım kitapları bitirmek için biraz
uğraşsam. Defterler böyle çabuk dolmasa. Parmağımdaki yaranın iyileşmesi zaman
alsa. Hatıraları kurcalayacak, eski mektupları okuyacak, köhne defterleri
karıştıracak halim vaktim olsa. Tozlu sandıkları karıştırsam, geçmişteki
hesaplara bir göz atsam. Çektiğim fotoğraflara, el-insaf, ikinci kez baksam.
Vakti saati gölgelerin yönünden çıkarsam, güneşin zaviyesinden kestirsem.
Baharın gelmesi sevinç, kışın gelmesi hüzün, hissedebilsem. Mevsimlerin
geçişini daha rahat izleyebilsem. Kışa bahar, yaza sonbahar, geceye gündüz bu
kadar çabuk eklenmese. Haftanın başlamasıyla bitmesi, okulların açılmasıyla
kapanması bir olmasa. Bitmek tükenmek bilmeyen uzun yaz tatilleri canımdan
bezdirse beni. İkindiyle akşam arası uzadıkça uzasa. Ufukta güneş bir mızrak
boyu, asılı kalsa. Böyle çabuk batmasa. Tan, bir göz kırpımı, böyle hızlı
atmasa. Akşam olmak bilmese biraz, geceler bitmese. İçimde kocaman bir boşluk
kalsa. Canım sıkılsa bir daha. Zaman bu kadar azalmasa. Bu kadar âhir-zaman
olmasa.
Dağıtsam ne’m var ne’m yok, zekâtını hesaplamadan. Sonra toplamasam kendimi
dağıttığım onca yerden, geri almasam. Üzerine gölge düşmeyen berrak maviyle
yetinsem.Huş ağacını ilk kez görmekle oynasa yer yerinden. Ömrümdeki en önemli
hadise olarak kalsa bir ırmağın akışı. Gördüğümü düşünebilsem. Duru bir görüş bahşetsen bana Yâ Rab. Her şeyin yerli yerinde durduğunu,
ağır ağır döndüğünü, sakin sakin aktığını görmeme yetecek bir bakış. O bakışta,
bu kadar çok olmasam. Tek yörüngede tek merkezde toplansam. Yekpâre olsam.
Kesrette dağılmasam. Küçülsem. Tek noktada toplansam. Yaşam büyük, âmenna. Ama
ben biraz azalsam. Sadeleşsem. Durulsam, arınsam. ''
'' .......... O vakitte içimden bir değil, binlerce parça kopmuş olup bundan böyle titrek oyuk bir gölgeydim zaman dışı, eskitilip atılmış bir yalnızlık kadar suskun. '' Hasibe Çerko
Pencere... Pencerenin geçmişten günümüze bizde ki yeri... Tanımlamalarla ifade edeceğim bir tür çalışmadır bu... Sonrasında benim projeme altyapı olmasını umuyorum. :)
İlk olarak Doğan hasolun Ansiklopedik mimarlık sözlüğüne baktığımızda şöyle tarifler;
''Penrcere: Far. Dışarısını görmek, hava ve ışık almak için
duvarlarda yapılan ve doğrama ile camdan meydana gelen açma.
Bkz. ana, kasa, telaro.''
İnsanlığın yaşam sürecine ve hatta ilk olarak mağradaki yaşamarına baktığımızda sığınmak ve saklanmak için girdikleri kapalı alanlarda dış dünya ile iletişe geçtikleri yada odacıkların birbirini görmesini sağladıkları yüzeylerdeki açıklıklardı pencereler...
İnsanoğlu tamamen kapalı bir alanda sürekli olarak kalamaz yırtıp bir delik açmak ister 4 tarafı çevrili mekanı genişletmek ister... işte bunu sağlayan elemanlardır pencereler...
Bu konu nerden de aklıma geldi bilmiyorum ama konu seçimi yapacağımız günün öncesi izlemiştim zerkaloyı... sadece bir anlık bir hisle pencereden dışarıya yöneltmişti yönetmen kamerayı... aklıma gelen anlık bi düşünceydi mimari elemanı nasıl kullanmışlar bak hele diye...
Sonrasında konu listesinde kapı olmasına rağmen pencere olmaması şaşırttı beni arayüz elemanlarını inceliyorduk ve pencere de arayüz elemanı olmaya müsaitti. velhasılı bir maille kaptım konuyu... lakin konu hakkında ve dahası ders kapsamında ne yapacağımızı bilmiyordum yani veri bulabilir miydim hadi buldum diyelim bunu dersime uyarlayabilir miydim derdi düştü içime...
Neyse...
evet Filmlerde şiirlerde ve dahi şarkılarda geçer pencereler... Beklenilen bir yerdir uzaklara dalmaya gebedir pencereler...
Yolculukta uzaklara bakar dalar insan...
Ortaçağdaki ikonaları hatırlayın o zamanlardaki o tablolarda pencere sonsuzluğa açılan bir açıklıktı... sonsuzu tasvir derdi. bizde ki arayışlarda sonsuzluk arayışıdır aslında... bundandır uzaklara dalıp gitmeler...
Diğer bir tanımımıza başka bir açıdan yaklaşırsak; (çeviri-Dictionary of architecture & construction EditedbyCyril M. Harris Professoremeritus of architecture Columbia university)
'' Bir Pencere: çerçevesi,cam ve bir çalıştırılabilir elemanlardan oluşan bütün bir montajdır. ''
Karikatürler tan oral ın pencereler adlı karikatür serisindenden ve sanatçı tüm bu çizimlerinde mimari elemanı oldukça yerinde tasvir ederken bizlere farklı açılardan bakmayı gösterir;
(Pencereler… tan orak karikakürleri - aykutköksal
arkeoloji ve sanat yayınları)
''Mimari bir gösterge olarak belirli bir işleve gönderme
yapan tanıdığımız bir yapı ögesi olan pencere işlevi
arasındaki gösteren/gösterilen ilişkisini ve işlevini bizlere sorgulatan iç mekanla dış mekan
arasında görsel bir geçittir.''
Pencereler; bir bölgedeki yaşamın var olup olmadığını anlatan delillerdir bize. Hatırlıyorum da çocukluğumda gece pencereden bakar bu evde acaba şimdi ne oluyordur diye hayal ederdim, nasıl insanlar var diye düşünürdüm, farklı hayatlar farklı yaşantılar düşünür orda olmak nası bi duygu hayal ederdim.
Işıldayan bir pencere, bir yaşantının varlığından haberdar kılar bizleri... Uzun yolda ıssız diyarlarda uzaktaki bir ışık yaşamın var olduğunu haberdar ederek bizlere yön tarifi yapar.
'' Gündüz cephelerdeki dolu-boş, saydam sağır kontrastları
gece aydınlık karanlık oyunları ile pencere ve kapılar yapıların yaşantı
simgeleridir.'' (Pencere hafif cepheler ve yardımcı koruyucular prof.utaritizgiistanbul
güzel sanatlar akademisi yayını no:43 syf:1) Akşam bir tepeye çıkar karanlığa değil o yaşam enerjisi saçan şehre döneriz yüzümüzü. İlginçtir, insanlardan uzaklaşmışken yine yalnızlığa ve karanlığa değil, çokluğa dönme ihtiyacı hissederiz. ''Pencere ve kapılar; Yapının içine ışık ve hava girmesini,
iç ve dışın görüş ve geçiş bakımından bağlanmasını, hacimlerin birbirleri ile
ilişki kurmalarını sağlayan bu boşluklardır.'' (Pencere hafif cepheler ve yardımcı koruyucular prof.utaritizgiistanbul
güzel sanatlar akademisi yayını no:43, syf:1)
İç ve dış arasındaki derinlikleri birbirine bağlar pencereler, bir nevi eşik görevi görürler. ‘’Pencere’’ mekansal bir unsur olarak, ait olduğu yapıya
boyut katan çok yönlü bir imgedir.
Temsil yükümlülüğünü biçim anlam ilişkilerinin sürekliliğinde belirler. Yerine göre, gözleme ve gözetlemeye, yerine göre de
gözlenme ve gözetlenme edimlerine kadraj açan evrensel bir simgeye dönüşür.
Hatta giderek içeriyi ve dışarıyı ayıran bu ara yüzey
işlevsel yükümlüğünü terk ederek, simge/form olarak tekilleşir, anlatı
yüzeyinde bir tasarım elemanı olarak çeşitlenir. Böylece sanatçı; önde ve
geride kalanı, anlama yönelik bir sorun olarak yedekte tutarak, kendi soyutlama
evreninde, gereksinimleri doğrultusunda kendisini tamamlar.
''
( Pencereler windows//2004/06 Hayri Esmer)
Pencereler ve kapılar caddelere ve daha sonrasında mahallelerin ve kentin yüzleridir. Yaşayan insanların yaşamlarını yansıtırlar adeta. Şöyle ki;
Yapılan araştırmalarda geçici olarak yaşanılan gecekonduların perncerinde daha geçici çözümler buunduğu gözlenmiştir. bir parça kumaş yada muşamba ile kapatılan açıklıklar bize orda yaşayan insanların imkanları dahilinde yaşamlarını sunar. Bu sunumlar birleşerek mahalleleri sonrasında kentleri oluşturur.
Buna istinaden olsa gerek;
''Yaşam bir penceredir. Korku ve kuşku, pencereleri küçültür.
Bu ışığın aralıklardan süzülerek girmesi anlamını taşır.''
denmiş bir başka kaynakta...
(Kapılar pencereler, Şakir Eczacıbaşı, syf 12)
Diğer bir veri de; statü... pencereler dönemin izlerini ve statüyü yansıtır bizlere... Gotik mimarisindeki 'gül pencere'yi, Rönesansı romanesk dönemi hatırlayın... dönemin gelişmişliği ihtişamı teknik donanımı hakkında tüm ipuçlarıyla incelerken dönemleri yaşanılan çağı ve dahi yöreyi tarif edebiliriz pencerelere bakarak...
'' Pencere, geçicilik hissi bir
ara yüz elemanı olarak cephede
hissedilen, kişisel sınırların korunma biçimi statüyü simgeleyen bir araçtır.''
(Arakesitler üzerinde sınır ve arayüz
kavramlarının kentsel ve mimari ögelerle
irdelenmesi , İkbal Elif Dirik, Yüksek Lisans Tezi, ITÜ)
Pencereler, kentte insanı maddi manevi her yönden yansıtan
en önemli elemanlardır. İnsani bir ihtiyaç olarak doğan pencereler, şimdilerde
endüstrileşmenin gereğini yansıtarak çoğalarak tekdüzeleşmiş ve yine bizlerin
aynası olarak toplumu, genel düzeni yansıtan bir eleman olmuştur. Pencereleri
sadece bir delik açma yada cephe elemanı olarak değil mimari bir öge olarak hayatımızdaki
işlevini sorgulayarak programlamalıyız.
Günümüzde Pencere; sanal alemde de bizler için dünyaya açılan bir açıklık, iletişim aracı durumundadır.
Teknoloji de Veri tabanından bize gelen verilerin toplandığı bir arayüzdür pencereler.
Sanal alemin getirisi mi, endüstri ve kapitalizmin getirisi tekdüzelik midir bilmem ama; yapılarımızda göktelenlermizde cepheler pencereyle kaplı olmasına ragmen giriş ve çıkış açıklıklarını bulmak için bazen yapının etrafında dört dönüyoruz .
Açıklıklar insanların ihtiyacına binaen yapılmış ve süreğelmiş elemanlar olarak insani ihtiyaçlara seslenmeli ve bu ihtiyaçlara göre yönlendirilmelidirler.
Şakir Eczacınaşı güzel bir noktaya değinmiş;
'' Yirminci Yüzyıl...
Bu çağın
ne çok penceresi var,
kapısı
belli bile olmayan?? ''
Servet Kocakaya'dan dinleyelim o zaman...
( http://resimdiyari.com/_data/i/up load/2012/10/04/20121004141823-f11b44fd-me.jpg) TEŞEKKÜRLER... Sabrınıza sağlık... ;)
Örnekleme ve Programlamada görüşmek dileğiyle, esenle kalınız :P
Dipnot : tüm uğraşlarıma rağmen yazı formatındaki hatalar düzelmedi. :(
'' Hey küçük böcek! Sen farkında değilsin ama çok karmaşık bir yer sizin için dünya, çok zor aynı zamanda. .............. Diyeceğim o ki, insanların dünyası o dünya. Senin gibi bastıbacak böceklerin dünyası değil. Bizde bir günü bir simit kırıntısıyla geçirecek sabır yok küçük dostum, sizinki gibi küçük bir hayata sığmayız biz. Daha fazlasını elde etmenin mümkün olduğunu biliriz. Hızlıyız sizden, güçlüyüz ve donanımlıyız. Kocaman fabrikalarımız var, bizim rahatımız için çalışıyor durmadan makineler… Neden bir simit kırıntısı ile, bir ekmek parçası ile yetinelim ki, üretiyoruz canımızın istediği her şeyi…
...........
Gerçi kalabalığız, hepimize yetmeyebiliyor ürettiklerimiz. Ama bu benim sorunum değil, ben güçlüyüm, güçlülerden yanayım, güçlülerle beraberim. Sana ters gelebilir bu, eminim bir ters bakışın bile olmamıştır beraber yaşadığın böceklerden herhangi birine. Bütün yaptıkları sabahtan akşama toprağın üstünde sürünmek olan siz böcekler, isteseniz bile neyin kavgasını yapacaksınız. Hiç heyecan yok hayatınızda böcek, hiç hareket yok! Oysa insan olmak çok heyecan verici bir şey, güçlü olmayı öğrenebilmişsen eğer... Ya öğrenemeyenler? Onlara da insan kılığına girmiş böcekler diyebiliriz dostum. Sadece isimleri, suretleri insan… Bu bakımdan akraba sayılırsınız siz, sonuçta hep aynı sürüngenlik… İnsan olmayı yakıştıramıyorum ben böylelerine. Hayat mücadelesinden bir türlü galip ayrılamıyorlar. Bir türlü güçlü olmayı başaramıyorlar. Tiksindiriyor beni bu iflah olmazlıkları… Bu zayıflıkları… Sorsanız bin bir türlü mazeretleri var, bitmiyor hiç şikâyetleri… Güçlü olanlar, arada bir süpürgelerini ellerine alıp süpürmeli bu mızmız güruhu bir köşeye, temizlemeli bunları dünyadan. Yoksa yaşanmaz olur hayat! Adam gibi yaşamayı bilenler kalsın, bilmeyenler gitsin!
Ne o, ters mi geldi bu söylediklerim.
İşte sen bu yüzden zavallı bir böceksin, ben kafasına her eseni yapabilecek bir insanım. Bu yüzden senin görüp görebileceğin tek yer bu parktır, bense istediğim an buradan istediğim yere gidebilirim. Parkın kapısındaki şu siyah arabayı görüyor musun, o benim arabam. Beni istediğim yere götürebilir, deposu dolu. Sense benimle burada meşgul olduğun her an, kışlık depondan kırıntıları bir bir boşaltıyorsun.
Ne berbat bir hayatın var dostum, hatta ne büyük bir felaket yaşamak senin için! ''
--
Bunları dile getiren adamın-'' mezar taşına da hep olduğu gibi 'Hüvel Bakî' yazdılar. Orada dolaşan sayısız küçük böcek mezar taşından bu hakikati okuyor ve ibret alıyor. ''
Kişi,
gerçek anlamıyla ancak kendi anadilinde düşünür, düşecek olan, kişiye, evet
sadece kendi anadili aracılığıyla düşer.
Sadece
düşünceleri mi?
Düşleri
de, düşerse, kişiye anadilinin gücü ölçüsünde düşer.
--
Birileri
çıkıyor, basın etiği gibi terkipler kullanıyor, hatta, bu hiç
de etik değil, demekten kaçınmıyor.
Bazıları
da tutup basın ahlâkı gibi yâveler savuruyor.
Kimileri
de, etik başka, moral daha başka, deyû
moral’ı ahlâk’la karşılayıp diğerini aynen bırakmayı yeğliyor. Biz de böylelikle moral buluyoruz.
Kavramına
sahip olmadan bu düzeydeki bir sözcük tartışmasından ne kadar sağlıklı bir
sonuç elde edebiliriz?
--
Belirtmem
gerekirse, benim itirazım da ahlâk teriminin anlam alanının
genişletilmesiyle ilgili değil. Bilâkis ilgili kavrama karşılık olarak
kullanılan çok değerli bir kelimenin/terimin unutulmasıyla ilgili: âdab (tekili: edeb).
Bir
zamanlar kişilerin davranışlarıyla, davranış kurallarıyla ilgili olmak üzere
nasıl ahlâk terimi kullanılıyorsa, toplulukların ve
toplumların davranış kurallarıyla ilgili olarak da âdab terimi
kullanılırdı; meselâ herhangibir meslek grubunun (topluluğun) ahlâkından değil, âdabından söz
edilirdi. Dil bilincimiz silindi. Tasavvurlarımız unutuldu. Biz bizi unuttuk.
Dilimizden, o güzelim âdab-ı muaşeret gitti örneğin. (Yerine,
şayet sosyete etiği gibi bir ucube gelirse, şaşırıp da bariahlâk-ı
ictimaî diye bir diğerini siz icad etmeye kalkışmayınız.)
Senin
anlayacağın ey talib, akıl ile zekâ, yürek ile gönül, ahlâk ile âdab sözcüklerini
birbiri yerine kullandığınızda sana karşı çıkmam. Çaresiz, ne yapalım, işte
gündelik dilin cilveleri, deyip tebessüm ederim. Lâkin yine de zihnime,konuşuyor
ama düşünmüyor yargısının düşmesini engelleyemem.
Ah bir
bilsen, Türkçe, dile öyle nazlı, öyle cilveli, öyle işveli düşüyorki!
--
Toplumsal alışkanlıklarımızı ne zaman
değiştirmek zorunluluğuyla karşılaşsak, n’oluyor, eski köyeyeni
âdetmi geliyor, der söyleniriz.
Doğamızın, biraz daha ileri gidelim,özümüzündeğiştiğini
hissederiz, yaşadığımız en basit, en küçük farklılıklarda bile. Çünkü kültürel
alışkanlıklarımız hakikaten ikinci tabiatımızı oluştururlar, moda tabirle,kendiliğimizi.
Kültür de kendiliğimizin bir parçasıdır.
Temizlik anlayışımızdan başkalarıyla iletişim biçimimize değin her şey.
Kavramsal şemayı yeniden ve bu sefer
başka açıdan belirlemek istersek şöyle
de diyebiliriz: İnsanın birinci doğası, onunhulkveahlâkını, ikinci doğası iseedebveâdabınıoluşturur.
Ahlâkıbireysel, âdabı isetoplumsalolarak
kategorize ediyorum. Sözgelimi bir doktor hastasını, bir avukat müvekkilini,
bir yazar okurunu, bir siyasetçi seçmenini aldatırsa, kişisel olarakahlâksızlık, meslek ilkelerine nisbetle deedebsizlik
yapmış olur.
--
Ahlâk müessesdindarlığınelinde,
âdab müesseslaikliğin.
Bu nedenle bir taraf diğerineahlâksız,
diğer tarafsa öbürüne kültürsüzdeyip
duruyor.
Söyleyin bakalım, haksızlar mı?
Sen de söyle bakalım ey talib, hangi
taraftasın?Din ve ahlâktarafında
mı,kültür ve âdabtarafında
mı?