25 Şubat 2013 Pazartesi

Özgürlük...


'' Kurtuluş bir durumdur, özgürlükse bir haslet. Emekle çalışmayla bilinç ve gelişimle ele edilen insan gelişiminin bir derecesidir. Zindandan kurtulmuş biri ondan kurtulmuş olduğu halde her şey olabilir, bir köle ,bir hırsız, bir özgürlük düşmanı olabilir.Ama gelişmiş ve bilinçli bir insan, tutsak da olsa zindana da düşse özgürdür. 

Ellere vurulmuş olan zincirleri kırmak bizzat bir erdem midir? Hiç tereddütsüz derim ki: Hayır! Asla. Önce şunu sorarım: senin elinden bu zincirleri kim çödü? Neden çözdü? Eğer enin ellerini bir komplo kurup suçsuz bir insanın kanına sokmak için çözdülerse yine de ellerinin serbest kalışına övünecek misin?

İyi hatırlıyorum Chombe Katanga hapishanesinden kurtulduğu o kutsal kaçış sırasında kendisini hiçbir sorumluluk almadan vurmak için Lumumba’yı zindandan salıvermiş ve vurmuştu. Görüyorsunuz kim kimi niçin kurtarıyor sormak gerek.
 Sadece kurtuluşlardan söz etmemeliyiz bir gelişim aşaması olarak özgürlüğü bulmak yani özgürlüğü tanımak, seçmek ve özgür olmak üzerinde de düşünmeliyiz. Modern kadın o hurafeci modernleşmiş kadından başka bir şey değildir…

Salt ve mutlak olarak zincirlerden kurtulmak övülmeye değmez şekildeki sözümü kabul etmeseniz bile hiç değilse bu konuda şu somut gerçeği itiraf edin: modern kadın geleneksel bayağı zincirlerden kurtulmuştur ama aynı zamanda da geleneksel tipin duçar olmadığı bir dizi ahlaki zaaflara uğramıştır. Evet bayağı zincirler ama bu zincirleri kırmak ve onlardan kurtulmak aydın kadın için  bir başarı ve bir gelişme sayılır. Çünkü aydın kadın bu zincirlerden kurtularak özgürlüğü elde etmiştir. Oysa modern kadın  bu  zincirlerden kurtulmakla, fesada ve sapkınlığa düşmüştür  ve bu düşüşten başka bir şey değildir. 

Aydın kadın bu zincirleri kırarak özgürlüğe kavuşmuşken modern kadın kayıtsızlığa. Bu ikisinin farkı özgürlükle laubalilik arasında hissedilebilecek fark kadardır. Aydın kadın bu kurtuluşta zincirlerden sorumluluğa ulaşmış, modern kadınsa kayıtsızlığa ve sorumsuz bir laubaliliğe. Aydın kadın bayağı geleneksel zincirleri ve bağları bizzat reddetmiş ve medeniyet yolunda özgürlüğü bilinçli olarak seçmiştir. Modern kadınsa elindeki zincir baskaları tarafından kırılıp modernizmin eline tutuşturulduğu bilinçsiz bir oyuncak ve esirden ibarettir. ''

 alıntı: Biz ve İkbal, Ali Şeriati, syf:62


Bazı konularda kısıtlanmak beni oldukça rahatsız ederdi ve kısıtlamayı kabul etmeyen bir yapım vardı. Bir çoğumuzda olan bu reddediş  Albert Camus’ un bir öğretisi olan ‘Başkaldırıyorum, demek ki varım’ cümlesinde anlattığı gibi  insan olduğumuzu gösteren bir durumdu belkide. Ve yazarın Almanyadaki bir konuşmasında bahsettiği İnsanın Dört zindanında da geçen beşerden farklı olmamızı sağlayan insani özelliklerden biriydi. Her neyse bir şekilde kendimde de hissettiğim bir duyguydu ve tepki haline dönüşüyordu zaman zaman. Bu kısıtlamaların hepsinin gereksiz ve insanları tamamen engelleyen bir şey olduğunu düşündürmeye başlamıştı.

Şunu yapmak zorunda olmasaydım daha çok kendim olacaktım benim istediğim gerçekten bu değil, beni engelliyor diye düşündüğüm bir çok mevzu vardı. Ama ne derece özgür, bu da bir sorundu. Kendime açıklayamıyordum. Ne kadar düşünürsem düşüneyim ne tamamen özgür bir dünyayı kabul ediyor nede kısıtlamalara katlanabiliyordum. Ta ki bu yazıyı okuyana kadar…

Yazar burada çok önemli, kafamda çözemediğim birkaç yönü görmemi sağladı. Dahası bazı şeyleri netleştirip üzerinde daha çok düşünmem gereken konulara yönlendirdi. Bunlardan  birincisi; özgürlüğe herkesin aynı şekilde (bilinçli) yaklaşmadığı ve bilinçsiz, sorumsuz bir özgürlüğün insanları   laubaliliğe sürüklemesi idi.(ki bu benim tamamen özgürlüğe evet diyemememin de bir nedeniydi ) Ve ondan daha da önemlisi bu özgürlüğün kendimizin kazandığı değil başkalarının yönettiği, başka amaçlar için kullanılmaya açık , yalancı bir özgürlük olması idi… Demek ki bir toplumda bilinçsizlerin   sapkınlığa düşmesini engellemek için kısıtlama şarttı . Bir düşünün… Aksi durumda özgür olduğunuzu sanıyorsunuz ancak bir kuklasınız…Başka amaçlar için kullanılacak bir kukla. Bu durumun tüyler ürpertici olduğunu düşünüyorum açıkcası…

Yazarın bahsettiği, dikkatimi çeken ikinci şey ise; bilinçli, sorumlu bir özgürlüğün insanların kendi çabalarıyla kazanılınca gerçek özgürlük olması ve bu çaba sürecinde de insani değerlerimizin de kalitesinin yükselmesi. Büyük bir aşama kaydediyor olmamız. Buna göre toplumda tamamen özgürlük hakim olduğunda ki bilinçsiz olanların sapkınlığı önlenirken gerçekten hak edenler özgürlüğe sahip olanlar olacak… Oldukça adaletli geliyor bana, ne kadar kolay olmadığını düşünsem de…

Sonuç olarak artık sızlanmak neden ya diye şikayet etmek yerine nasıl kendimi geliştirebilirim? Kendi özgürlüğümü nasıl kazanabilirim diye düşünme zamanı gelmedi mi? 

Tek kuş!




'' İnsan kendi kafesini taşıyan tek kuştur ''


http://www.myspace.com/video/vid/100452806#pm_cmp=vid_OEV_P_P


Benim filmi izlerken zihnimde oluşanlar şöyle;





Oldukça manidar her sn si lakin; başlangıçta ki her şeyden önce farkındalık! hususu oldukça önemli.
yani bişiler yapmak harakete geçmek için önce farkında olmak gerekiyor. yalnız farkındalığı sağlayan şeyin ne olduğu söylenmemiş filmde yani onun o an diğerine rağmen onu farketmesını saglayan seyi... filmin vermek ıstedıgı o değil zira olması da gerekmiyor. ucu açık bırakılmak istenmiş ve hatta nasıl sorusunu düşündürtmek istemiş bile olabilir. 

Neyse filmdeki başrolün hareketleri yabancı bir yere girmesi, sorgulamaya başlaması merakı, merakına yenik düşen insanıntedinginliği ve hatta çıktıgı terastan tekrar ıcerı kaçması ılk basta... davranısları bası olmasa dahi hissettirirmiş bizlere. 

Neyse onu demeyecektim ben aklıma gecen bız ve ıkbal kıtabından alıntı yaptıgım noktalar yani özgürlük kısmı geldi yani birileri özgr bırakınca değil sanki kendi özgürlüğü için çabalayıp kendi serbest bırakınca kuslara yakalanmadan salıverdı bilmem sacma bi baglantı ama aklıma o satırları getirdi yeniden; lakın bu noktada tam istenilen bu muydu bitti özgür derken; filmin son sahnesi bir başka manidar kısım...burayı nasıl açıklayabilir peki??





Bir üstadın buna mütaabık cevabıdır ve oldukça elzemdir söyledikleri buyurun;

Üstad, filmin ana teması herkesin anlayacağı üzre özgürlük üzerine konuşlandırılmış. fakat simgesel ve metaforik anlatımla bunu desteklemiş yönetmen cloude weiss. bu da fransız avangard üslubuyla alman dışavurumcu akımının bir meczi, sentezi gibi yapıyor filmi. bu tarza aşina biri olarak, bu biçimdel dilin bir kısa filme yedirilebilmesi balonun çıkması için feragat şarttır. aziz matta incili'nde hakikate giden kapının dar olduğu vurgulanır. andre gide'in bu anlatıdan esinlenip yazdığı dar kapı romanı da bu minval üzre hatırlanması gereken kaynaklardan biridir. herkesleşmekten kaçınmak için hiçleşmeyi göze almak gerekir. sistemin dönüştürücü ve illüzyona bürüyücü musluklarına dudak dayamamak, susuzluğu kabul manasına gelir. yenilgi yenilgi büyüyen zafer der buna sezai karakoç. yani bir nevi susuz da olsa kendin kal mottosu. işte o zaman kafes açılır ve kendinden geçtikçe kuşlar sana bir engel değil şerik olur. tıpkı attar'ım mantıkit tayr'ında simurg'a ulaşan kuşlar gibi.

balon bizim ruhumuzdur, varlığımızdır. ikisinin de yukarı çıkması tesadüfi değildir. zira ruh da balon gibi o en mütekamil noktaya çıkar ve sıkışır. yukarı çıktıkça ruh, aşağıda kalan beden sıkışır ve daralır. o yüzden bilmek ızdırabı arttırır. hakikatr kapı açmak isteyen, ateşler içinde yanmayı göze almalıdır. hatta patlamayı, infilak etmeyi. zelilce yaşamaktansa güzelce ölmeyi.

özgürlük, kolektif ruh patlamasıdır çünkü... 

ve altından hakkıyla kalkılması beni hayran bıraktı. oldukça takdir edilesi bir sanatsal devrim diyebilirim buna.

özgürlüğü öz'ün gürlemesi olarak ele alır ismet özel. tarihin ilk köle isyanının kahramanı olan spartaküs'ün hikayesi de bu minvalde değerlendirilebilir. pink floyd'un another brick in the wall klibi vardır, hatta youtube'da türkçe altyazılısı da vardır. izlemenizi isterim. eğitimin öğütücü ve tektipleştirici yanıyla insanları birer fabrikasyon ve robot olarak standardizasyona tabi tuttuğunu anlatır. sosis makinesinin üstünde akan şeritte öğrenciler vardır kızlı erkekli. hepsinin fiziksel özellikleri farklıdır ve banttan kaydırılarak makinenin üstündeki delikten düşürülürler. alt tarafa iner makine ve bunca farklı insanın aynı özellikte sosisler olarak makineden çıkartıldığınj görürüz. işte bu film, özgürlüğün bu dönüştürülücü temalı çıkmazını ele alır.

bravo, farkındalık. özgürlüğe(cüzi tabiki bu özgürlük, zira insan esaretini bildikçe özgürdür. demokrasi ya da liberalizm sınırsız özgürlüğü savunur. islam da özgürlüğü savunur fakat kendi çizdiği hudutlar dahilinde) gidilen yolda ilk uğranılması gereken duraktır farkındalık. bataklıkta herkesin battığı bir çağda yaşamaktayız ve gitgide batmaktayız. bu bataklıktan çıkmanın ilk yolu bataklıkta olduğunu ve batmaya yüz tuttuğunu farketmektir. çırpınmaya başlaması kolların, bu farka varışın ardından gerçekleşir.

filmdeki farka varış ve farkında oluşun altının kalın ve sarih puntolarla çizilmeyişinin sebebi, bu farkındalığın determinist yani sebebe dayalı bir şey olmadığı, aksine fıtri ve insanın kendisinde bulunan bir köz olduğunun anlatılmasından sadır olur. insan bu közü ya yakar ya da yakmaz, tüm mesele bu.

sinemazingo.com'da size okuttuğum bir yazı vardı. michelangelo antonioni'nin il desertı rosso(kızıl çöl) filmi üzerine. orada modern insan ile barbar insan arasındaki farka dikkat çektiğim satırlara ve kazancakis'in yeniden çarmıh geriliş kitabından alıntıladığım iki kuş üzerinden özgürlük hikayesi iktibasına tekrar göz atmanızı tavsiye ederim. 

---

24 Şubat 2013 Pazar

Çalışmak


Çalışmak… toplumda ahlaki bir ölçüt olarak bilinen bir eylem.  Seneler geçtikçe onca teknolojik alet varken, geçmişe göre daha kısa zamanda yaptığımız onca işimiz var hala neden zamanımız artmıyor? Hala neden sürekli uğraşıp duruyoruz…  Bunca çalışmaya emeğe rağmen iş yükümüzü azalttığımız vakitlerimize rağmen ve mutlu boş, günler hayaline rağmen neden…  Çelişki  yok mu sizce de?

Çalışmak sadece para kazanmak değil, çabalanan süre zarfına bakıldığında hayatımızın kontrolünü eline alan uğraşlar bütünü. Birileri tüketsin diye birileri üretiyor ve ürettikçe tüketen tükettikçe üreten garip bir insan oluyor şahıs… Kedinin kuyruğu etrafında dolaşması  gibi odaklanmışız ilerleme yok sadece kovalıyoruz…

Russel’in Esir Devleti Ahlakı’nda demişki:

‘’’Belirli bir zaman içinde bir takım insanların çamaşır mandalı yapımında çalıştıklarını varsayalım. Bunlar günde diyelim ki sekiz saat çalışarak dünyanın bütün mandal ihtiyacını karşılayacak kadar üretim yapmaktadırlar. Birisi çıkar aynı sayıda işçinin aynı çalışma süresi içinde öncekinin iki katı mandal yapmasını sağlayan bir buluş ortaya koyar. Ama dünyanın iki kat fazla mandala ihtiyacı yoktur. Mandallar zaten o kadar ucuzdur ki, daha ucuza satılsa bile daha fazla satın alan olmayacaktır. Aklı başında bir dünya olsa, bu durumda mandal yapımıyla uğrasan herkes sekiz saat yerine dört saat çalışır ama bunun dışında her şey eskisi gibi yürürdü. Gelgelelim içinde yaşadığımız dünyada insanlar hala sekiz saat çalışmakta gereğinden çok sayıda mandal yapılmakta, birtakım insanlar iflas etmekte ve mandal yapımında çalışan işçilerin yarısı işten atılmaktadır…’’
Bunun sonucunda yine öteki planda olduğu gibi bos vakit  kalır insanlara , ama bu sefer insanların yarısı çok fazla çalışırken, öbür yarısı tüm aylaktır.işte, nasıl olsa alacak boş vakit bütün insanlık için mutluluk kaynağı haline getirileceğine bu şekilde ne yapıp edip evrensel sefalet kaynağı haline getirilmektedir.  Bundan daha büyük bir delilik düşünülebilir mi?’’’

Çalışırken bir anda kilitlenmiş robot misali kukla olmuşuz. Şöyle bir durup, soluklanıp, Asıl gayemiz neydi? ne için çabalıyorduk, bir düşünme zamanı gelmedi mi? Ne için çalısıyorduk sahi biz?

Milano



Trenden indikten sonra  sarı metro hattıyla ulaştığımız bir meydan Duomo meydanıyla karşıladığımız bir şehirdi Milano.

 Bu arada tren istasyonu oldukça ilgimi çekti havaya baka baka yürüdüğümü çok net hatırlıyorum.



Gotik dönem Duomo Katedraliyle karılarsınız şehri o devasa dante bezemeleri ve gül penceleriyle duran katedral etrafında gzenip tepesine çıkıp uçan payanların arasından şehre bakarken sisli yağmurlu bir günü seyredersiniz ufuklarda.


Sonrasında inince büyükçe bir pasaj vardır. Birbrine geçmiş tonoz yapıdan oluşmuş bu pasajda alışveriş yerleri olsada (alışverişi sevmeyen biri olarak benim gözlerim onu görmezde) şöyle bir geçmek gerek içinden kaset nervürlerine bakıp akslarını hissetmek gerek.

 Her milletten insanın dikkatini çeken bambaşka şeyleri durup bir köşede izlemek gerek belki. Kimi bir detayı kimi kalabalıgı kimi vitrinleri kimi herkes bambaşka bir köşesine yapışmış oluyor bu pasajın.

Neyse devam eden pasajın sonuna geldinizde La Scala Tiyatrosu binasını göruyorsunuz Leyla Gencer  çeşitli eğitimlerden sonra burada sahneye çıkmıştır. Ve sonrasında ölürken vasiyeti üzerine kilisede töreni yapılıp yakılmış bedeni yakılarak külleri savurulmuştur.

Tabi benim şehir rehberim yoktu bunları gezerken gördüğüm gruplara yapışarak dinlediğim anlarda duyduklarım :D  Kalabalık gittiyseniz onları beklemek organize etmekten sonrasında kaçırabiliyorsunuz bu rehberleri ama bence mutlaka rehber buldun mu yapışmak gerek eğer ki paran varsa o daha iyi tabi kendine özel rehber :D  ordan buradan duyduklarımdan aldıgım notlara başlıklara eve gelip internetten bakınca anlıyor insan yoksa ne neymiş ne ne değilmiş :D yoksa aa tiyatro binası deyip geçiveriyorsunuz.

Neyse Sonrasında tren istasyonundan alınan harita üzerine milona academisi birkaç kilise derken dolanabiliyorsunuz bir günde şehri. Ben yine sehrin içine yerlestirilmiş müzeler kampüslerini sevdim en cok.

 Yağmuruyla aklıma kalacak olan şehirlendir milano. yağmuru seven biri olarak farklı bir anı olarak kalır zihnimde.

Yağmurlu meydanlarında taş batı klasigi Rönesans ve gotik geçişlerini görmekde oldukça iyi gelir insana zaman zaman yapılasıdır.
 Yoruldukça ıslanıp ıslanıp üşüdükçe girip herhangi bir hoş yere şöyle bide shot gibi az ama etkili kahvelerinden içerken her şey daha bi başka gözüküyor biranda :D







İstanbul ve Ankara



''   Ufuk farkı var derinlik farkı var. ankara bir daire, ,stanbul bir küre; ankara bir üçgen,istanbul bir prizma, ankara bir kare ,istanbul bir küp!
 daire ile küre,üçgen ile prizmai kare ile küp arasında nasıl bir derinlik farkı varsa,ankara ile istanbul arasında da aynı şekilde bir derinlik vardır. '' arasokakların tarihi adlı bir dücane cündioğlu kitabında ki doğrudur, aradaki fark derinlik farkıdır. e böyle olması doğal değil midir sizce de. istanbul; osmanlının başkentiydi,gözdesiydi. medeniyetlerin birlikte yaşamasından meydana gelmiş bir zenginliği vardı ve az biraz yontulsa da etkileri hala sürmekte olan bir şehirdi.

Ankara yeni Türkiye cumhuriyetinin başkentiydi velhasılı her şey modern olmalıydı. Osmanlı dönemi bitmiş yeni inkılaplar yapılmış yeni bir sürece girilmişti/girdirildi sanılmıştı. Aslını inkar ve batıya özentinin ifadesiydi.

 Yurtdışından mimarlar geldi, modern yapı yapıldı sonra birileri güçlendi olmadı biz Selçuklu Osmanlıdan geldik ikisi birlikte bizde daha iyi durdu dedi üstüne Osmanlı selcuklu motifleri kemerleri kondurdu yapılara. Sonra bir başkası güçlendi elini masaya vurdu yeniden söktü konan eklentileri sonra sonra… derken Ankara işte bu halkın o bocalama tarihinin izleri oldu sanki. Güçler dengesizliğinin aynadaki yansıması… Yeniyle eski arasında sıkışmışlık kendini inkarla bişi olma telaşıydı Ankara artık adeta.

Depreşen bişiler vardı Ankara da, hep gri dediler ama neden gri demediler.  Gri işte ne beyaz ne siyah arada kalmışlıktı. Başkent dediler adına ama Ne şehir planı vardı ne de yaptığı işin eri olan insanların çabaları; Ankara; güçlerin elinde birbirlerine attıkları toptu adeta. Sokaklarında diplerde hani gezerken garip bir buğu çöker üzerinize kimi zaman boğar kimi zaman hoş kırıntılar buldurur. Herkese kendini göstermez Ankara, bu arada kalmışlığını serzenişini  çırpınışını herkese göstermez. Göremeyen bir yıkıntı yığıntı yada sadece uzaktan gri bir renk olarak görür ve yargılar. Yargı… evet türk halkının yegane var olan önyargıları…  önyargısıyla varolanların griliğidir belkide bu şehrin rengi. Geçmişe önyargının geleceğe önyargının… ve önyargılardan kimliğini bulamamanın…

 İstanbul ise derdinin arasında öyle güzellikler var ki dertleri unutturuyor derler söve söve giderken kafanı sağa çevirip o denizi boğazı gördün mü bi anda ahh İstanbul dedirtir.

İstanbulda da bu tür bir imtihan, çelişki vardır sanki. Göz bir tek kendini görmezmiş diye bir tabir vardır. içinde yaşadıkça Şekilleşir İstanbul hissedilmez ve kör bir sevda olur dillerde.

‘’ İlber ortaylı tarihi bilmek çok gerekli mi? Sorusuna  söyle cevap vermiştir;
Bu kaşınmak gerekli mi diye sormaya benziyor. İnsan kaşınması gerektiğinde kaşınır. İnsanın  kaşınmasını engelleyemezsiniz. Tarihi bilme ihtiyacı , tıpkı kaşınmak ihtiyacı gibidir. Çünkü insanoğlu geçmişini bilmek ister tarihinde nelerin olup bittiğini bilmek ister. ‘’
Tarihi öğrenmek kaşınmak kadar tabi bir şeyse, niçin bu kadar tabi bir şey, tabii bir biçimde gerçekleşmiyor ve gereklilik meselesi hala bir sualin mevzuu yapılabiliyor?
Herhalde şundan: kaşınmak tabii bir ihtiyaçtır ve insan ihtiyaç duyduğunda kaşınır. Bu doğru. Ancak kaşınacak mahal yaralı ise, kaşınmak yarayı tahrib eder ve istenmeyen sonuçlara yol açar.
Hasılı yaralar deşilmeden ve yaralar deşildiğinde acı duyulmadan kaşınılamaz. Tarih öğreniminin acı vermesi de sanırım bundan. Çünkü bu ülkede yaraları kaşıyanları kaşıyorlar.
Bakınız sonunda nereye geldik? Geçmişi öğrenmek , kendisi tarafından değil, başkaları tarafından kaşınmak ihtiyacı duyanların işiymiş.

İşte İstanbula herkes mutlaka gitmeli bir şekilde, geçmişini deşmek için gitmeli ama üstten birileri tarafından tatlı tatlı kaşımak için değil.

Ankarada bunalıyorum diyenleri ve ankarada istanbulu sayıklayanları anlamam o yüzden istanbulda da  Ankara da ki acının başka bir türlüsü var. Bu güzellik bu medeniyetler bütünü bu emanetler bu kitabeler hiçbir yerde olmayan o el yazmaları kaybolanlar çalınanlar gün yüzüne çıkmayanlar…

Hintli bir alimin söylediğine göre istanbul;  İslam dünyasında İstanbul Arapça yazılmış eserlerin en büyük merkezi.  Peki bu merkezilik bize şimdiye kadar ne kattı? Nası faydalandık nası bu bir üst seviyeye çektik? Nası bir etkisi oldu?

Hayır hayır İstanbul daha da iyi tutulmalı;  aaa İstanbul deyip turistik bir yada anlık bi kahkaha olmamalı İstanbul; ahh olmalı sanki. Ankarada reddettiğimiz geçmişizi deşebileceğimiz yer olmalı daha bi acımalı istanbulda canımız. Kaşınmalı deşilmeli yaralar özümüz görülmeli geçmişimiz kabul edilmeli benliğimizce sonrasında inşa edilmeli yeni! Bizim olmayan geleceğe bakarak değil bizden olanlarla oluşturulmalı yeni. Kendimizden utanarak değil bocalayarak değil kaşınan yerlerimiz yara olan yerlerimizi yavaşça kendinden iyileşmesini bekleyerek iyileşmeli ve güçlenmeli sanki.

İstanbul bilinçaltında var olan yaraların yerini tesbit etme şehri sanki  ve  Ankara yaranın üstü yara bandıyla kapatılmış bir yara sanki hava alamayan yara iyileşemiyor üstüne bir yenisi yapıştırılıyor yapışanlar attıkça görünmeyen yara yok olacakmış gibi.

Yani istanbuldan ankaraya ankaradan istanbula… bu iki karşılaştırma bir seçim değil bir süreç sanki.
İç Anadolu, güneydoğu, doğu gibi diğer bölgelere serpiştirilmiş gerçeklerin! toplanıp bir arada bulunabileceği, tek bir haritaya sığan bir süreci.
İkisinde de yanlışlar olan şehir hemde çok yanlışlar herhangi bir şehrin bir yanlışına takılıp onu sayıklamak yerine yanlışlar içinde yanlışların yanlış olmadığı şehirler belki de. Ne bileyim ikiside zor işte. Birinde diğerini görmek diğerinde berikini görmek, yada maalesef hiçbir şeyi göremez hale gelmek!

Venedik

San marco meydanında klasik müzik yankılarıyla dolaşırsınız şehirde; 


Korkulukları olmayan kanala bir adım hemen sokakları ve rönasans klasiği tekrarı italyan klasiğiyle dolu binaları arasından kanaldan kanala sekerek dolaşılan şehir. 

Hep denir ya romaya çıkar her yer diye işte bura için denmiş şehir; şehre otobüsle ulaşım sadece roma meydanından yapılır diğer bölgelerinde araçlar cano ve vapurdur; yada herkesin kullandığı tabana kuvvet yürümek * yürüyerek kaybolarak dolaşabileceğiniz bir şehir venedik; kaybolmaktan zevk alınan şehir.

Yanlız şöyle bir şey var ki ne italyan pizzasını nede makarnasını sevdim ben bu şehirde yemekte yine vatanım diyorum buyursunlar da görsünler batı yemek neymiş diyorum. 

Onun dışında o dar sokakları ve çamaşır serilmiş birazda bizi hatırlatan şirin sokakları çok hoş. 
 



  Murano burano ve torçelli ve lido adalarıda gezilesi. 

Murano cam sanatıyla meşhur, burano dantel ve renkli şirin evlerinin görüntüsüyle; lido adası ise sahilleri için gidiliyormuş ama gezilecek pek bir şey yok daha çok yerleşim yerleri var. 

Venedik karnavalında maskeler takarlarmış maske takmak insanlar arasındaki sınıfı kaldırmak demekmiş onlarda lakin bir türlü öğrenemedim o çeşit çeşit maskelerin herbirinin anlamını ve birbirinden farkını; her sorduğum insan o kısma gelince özel isimler kullanıp italyanca konuşmaya başlıyordu çözemedim o kısmı. 




 Rialto köprüsü büyük kanaldaki en eski ve en meshur köprüsüdür. 1440larda yapılmış ve aslı ahşap olan köprü bugün betondandır. 

Roma meydanında bilet almaya giderken sağda diğer köprülere benzemeyen bir köprü ilginizi çeker ve organikliğinden anlarsınız kimindir bu yapı; evet hemen oracıkta omurga şeklinde iskeleti altından gözüken mermer ve çelik birleşimi bir calatrava tasarımı köprüyü görürsünüz. 



Esnafı türk insanını pek çabuk ayırt etmektedir; birşeyler satmak için yapışan zenci esnaflarından görünce kaçılması gerekir. onun dışında esnaf turistten bıkmış olsa gerek bir kaç kere uyarıldık azarlandık burası turist information değil diye. 

Ayrıca çocuk popilasyonu da neredeyse yok gibi birşey.


Chicago


2011 yazı work and travel sayesinde gidip 3 ay orada çalışıp deli gibi gezdiğim şehirdir. 

Rakibimiz hersheys karşısında ghirardelli de çalışmıştım kasiyer olarak. bir iki ürünü dışında bütün ürünleri kosher denilen müslümanlarında yiyebildiği ürünlerdendir. tüm yaz dondurma ve çikolata yiyerek geçirmiştim eğer yolunuz düşerse şiddetle tavsiye ederim. sundae lerinden mutlaka yeyin. 

Gerçekten çok hoş bir şehirdir ve insanları da diğer amerikan şehir ve eyaletlerindekine göre çok daha nazik kibar ve temizdir. 1870lerde olan yangın yüzünden genelde ahsap agırlıklı olan chicago yapılarının yanması sonucu şehir yeniden planlanmış ve dünyada ki ilk kuleler burada yapılmıştır. frank loyld write in da oldukça çok yapısı vardır ayrıca müzelerden birinde de çizimler ve tasarladığı sandalyeler sergilenmiştir. 
 


Şehirde en sevdiğim yerlerinden biri de müzeler kampüsü dür. Özelikle hava karardıktan sonra göl kenarından şehrin o ışıltılı kulelerını izlemek harikadır. ayrıca bu kampüste bir çok aktiviteye de dek gelebilrsiniz chicago astronomy çalışanlarınca oraya yayılmış araç gerek ve o muhteşem gök teleskoplarıyla satürnden tut her tür gök cismini hava sartlarının elverdiği ölçüde görebilir izleyebilir ve ordaki grupla arkadaşlık kurup hertür sorunuzu sorabilirsiniz.
 

water tower yanında  john hancock tower vardır bu yapının hemen altında bir bestbuy hergün işten önce muhteşem fotoğraf makinalarıyla oynadığım mekandır orası. d90 ı kaç kere elime aldım hatırlamıyorum görevlileri tanıyorlardı artık beni alacaksan al der gibi bi halleri olsada ider kurcalardım saatlerce.* 

willis tower da ki skydeck denilen balkonuna gece çıkası şehirdir ayrıca camdan yapılmış yerden 442 metre yüksekte şehri ayaklarınızın altına alabilirisiniz. 



Şehir yandığından dolayı müzelerinde çok bir kültür çok bir geçmişe yönelik bilgi döküman yoktu lakin amerikadaki müzelerin genelinde gördüğüm muhteşem bir uygulama gözüme çarptı. normade alışık olduğumuz gibi sadece seyredilip geçilmiyordu bu müzelerden sergilenen yada bilgisi girilen konunun seması grafigi bir sekilde oynatılarak temas etme objenın kapagını açıp altındaki okuma yada çizme çekme deneme oynama gibi aktivitelerle müzelerde bilgiler sergileniyordu. bu çok hoş bir uygulama mesela hic ilgim olmayan bir konuya bile bu ne ki dediğim seyi kapagına dokununca altındaki yazıyı direk okudugumu ve bir bakıp okuyup geçme değil istesende istemesende o yazının direk gözüne algılarına dokunur hale sokulması hoş bir uygulamaydı. 

Şehirdeki kütüphanelerinde de çok hoş bir uygulama var üye oldugun kütüphaneden 2 haftalık kartlar alıp müzeleri bedava gezebiliyorsun hemde yanına 3 kişiyi de bedava girdirebiliyorsun. bu şekilde tüm müzelerini gezdim ve hiçbir ücret ödemedim chicago da ödediğim tek ücret skydeck e çıkmak içindi onun haricindeki her yere bedava girdim diyebilirim. 


Michigan gölü sahilleri de ayrıca güzeldir şehrin ulaşımı çok rahat ve kolaydır. Şehirdeki kanallar kulelerin arasında insanlar için harika mekanlar oluştururlar.

Michigan gölü kenarında amerikan islamıc college da kalmıştım ben kız erkek karışık kalmak yada orda ayrıca eve çıkmak istemediğim için şehirle ilgili bir çok şeyi bu kolejden öğrendim diyebilirm her tür milletten müslümanların da geldiği katıldıgı aktiviteler konferanslarla tanısmak istediğiniz her tür alandan insanla tanışıp öğrenebiliyordum bu sebepten hiçbir sıkıntı çekmedim bu şehirde. 

Yurt dışının mecburi ve malum sıkıntısı olan yemek yeme/yiyememe dışında en ufak bir skıntım olmadı diyebilirim. şehirdeki bu bedava aktiviteleri ve şehrin maximum düzeyde kullanma kılavuzlarını da buraya gelen insanlardan aldım. daha ne olsun ki * 




hatıralarla dolu, bana çok şey katan bir şehirdir chicago.


lincoln park vardır sahil kenarindan downtowna yürürken. yürüyüşler için temiz hava için kafa dağıtmak için kayığa binmek için idealdir mesela.


botanik parkı vardır uçsuz bucaksız yeşillik. doğanın bin bir yeşil halini seyr için.


ve ve hatırlandıkça vakit buldukça eklenecektir elbet diğer deneyimler...
 



21 Şubat 2013 Perşembe

New York



 Daha 20 cm uzaklıktayken özürlenen chicago halkının nezaket ve tutuculuğundan sonra öküzler semtine inmiş gibi olduğum şehirdir kendisi. Zira dikkat etmezseniz tepenize basıp geçerler metroda filan. Bide normal bişi gibi üstlerine alınmazlar. 

Ayrıca metrosu iki katlı; bunu nasıl mı öğrendim; yanlış indiğimi fark ettiğim duraktan karşı tarafa geçip ters istikamete bindiğim metronun başta bindiğim durağını da bulamadığımda… tabi bunun böyle olduğunu anlamak için bir iki kez dolaşmadım bi o yöne bir ter yöne geçmedim değil metroda… h dan tutunda yanlış hatırlamıyorsam z ye kadar filan metro vardı birde bunun altı üstünü düşünün… hayatımda ilk kez kayboldum deyip kaybolduğumu hissettiğim yerdi sanırım * * 

Tabi çok büyük şehir, bilmem ne; çok karışık göç almış bizdeki istanbulla anadolu gibi vs vs bir sürü şey söyleyenler olabilir. Hareketliliği yeter diyenler çok oldu bana onu savunmak için. Amerika finansman merkezidir hatta dünyanın vs vs eğitimi iyidir vs şartları ve iyi seçeneklerle karşılaşma imkanı daha yüksektir imkanları daha yüksektir eğlence sektörü, karışık ve kalabalık insanları sevenler için tam merkezi şu bu... Tamam kabul, seven sevsin; ben sevmedim. gözde büyütülecek ne bir yanı var ne bir heves edilecek hayatı çalışma şartları aşikar olduğu gibi yok efendim lüksünü yaşam kaitesini geçtim dediğim gibi o insanlıktan çıkma halini sürekli hissettiğim bir şehri sevmiyorum sanırım ben. Bir şehir önce insana insan olduğunu hissettirmeli bence. neyse... 

Ninja kaplumbağalar film sahnesine konuk olmuşsunuz gibidir şehrin genel yeraltı ve en çok bilinen yerüstü mekanları. bir kere o iğrenç kokuyla hissediyorum newyorku evet bildiğiniz o ninja kaplumbagalardaki yüksek borulardan yeraltından beyaz pardon grimsi boz bi duman çıkan sahnedeki görüntüyü düşünün ve onun iğrenç kokusunu. yer altı yani metrosu aynı çizgi filmdeki gibi vıcık vıcık fare… ve o insanlar o farelerle birlikte. kanıksayamadığım bu birliktelik için yere bakmadığımı hatırlıyorum sonrasında… 

times square... Caddeye yürürkenden hissediyorsunuz nereye çekiliyorum. yada hissedemeden bir anda orda bulabiliyorsunuz kendinizi...


 insan yogunluğu yada dev ekran ve ışıltıya bakarken neresi demeden bulabileceğiniz nadir mekanlardandır sanırım. Ekrana ve kalabalığa ait olabileceğiniz bir mekan. Evet yanlış kurmadım cümleyi. kalabalığa ve ekranların ışıtına boğuluyorsunuz odaklandığınız yada odaklandırıldığınız şey oluyorsunuz. zira dikkatinizi çekmek için kullanılan o kadar çok oyun eğlence gösteri grup reklam var ki...


Bişi yapmaya değil sadece ortama kapılmaya gidilebilecek bir yer. yaşamak benlik değil lakin görmeyeydim de demedim yalan olmasın şimdi. şöyle ki; o yoğunluğu bunaltıyı yada yönlendirilmeyi güçlü bir şekilde hissettiğiniz mekanı tanımlamanızı sağlıyor. Hani demiştim bir ara sanatla ilgili geçen bir tanımda sanat hakkında hiçbir şey bilmeyen birisi güzeli bilir ama neden güzeldir bilmez.


 Öyle bir şey; bizde bazı ortamlardan rahatsız oluruz bazı ortamlarda kendimizi rahat hissederiz bazı ortamlarda güçlü hissederiz bazı ortamlarda eziliriz. Mekanların, şehirlerin, çevrenin etkisi oldukça fazladır bu hislerin oluşmasında zihninizdeki o davranışları göstermenizi sağlayan fikirleri oluşturan bu tarz mekanlardır. ve direk diyemezsiniz şu bina var yada şu heykel var ve ben şuan şöyle hissediyorum onun yüzünden. diyemezsiniz ama hisseder tepki gösterirsinz. ya tedirgin olursunuz ya rahatlar gevşersiniz. neyse sözü uzatmadan bu meydan da ortalarda seyr eyleyen bir halde değil o yüzden bana neyi sevip neyi niçin sevmediğimi çok rahat hissettirdi. yada insanların neye hayran olduğunu, neyi önemsediklerini yada neden öyle bir yere ihtiyaç duyduklarını... bu sebeple önemlidir...

Kalabalıkta kaybolmuşken dev ekranlardaki kalabalığın yansımasını izleyip grubun içindeki kendini daha sonra grubun toplu bir şekilde bilinçli/siz hareketini görebilirsiniz... girişteki merdivenlerinden biraz tepeden o gruba bakmayla içine dalma arasındaki farkı da farkedersiniz. ilkin seyr ettiğiniz eylemin içindekii kendinzin gruptaki yansımasını hissedersiniz hissetmek isterseniz yada sadece orada bulunursunuz... sorgulamamak için sormamak cevaplamamak için sadece topluluk olabilmek için. neyse diyip yine dolaşıyorum etrafında... geçtim. 

 empire state binasından da gece görüntüsünde çok güzel seçebilirsiniz bu meydanı zira yüksek binaların tepesine kadar ışıldar o meydan çünkü boylu boyunca asılıdır elektronik tabelalar.

Cam ve çelik karışımı cephe karışımı o yansımayı sağlamak için ne de güzeldir. herşey aynadadır sanki.yada tepeden bakınca şehrin kalbidir sanki orası burdayim burdayım der durur. modern yaşamın malzemeleri modern yaşamın yansımasını ihtiyacını yada biliçsizliğini pöykürür sanki. ışık olsun gözler açılsın gözbebeği küçülsün... gözbebeği küçülsün! traji komik bir tepki refleks sanki... bedenimizin doğal reflaksi bedene/ doğal yapıya aykırı bir şeylerin olduğunun sinyalini veriyor sanki... aklıma çizgi filmlerde hipnotize olmuş o içe doğru halkalaşan gözler geliyor.

ya da yok yok… george orwell in 1984 kitabı; ‘' her şeyin bütünüyle devlete ait olduğu, her türlü aykırılığın yok edildiği; belleksiz ve muhalefetsiz br toplumda hiçbir umut ve çıkış yolunun kalmadığı kötümser bir geleceğin düşüncesini ‘' gözler önüne seren o yapıtı… ‘'özel hayatın mahremiyeti diye bir şey kalmadığı, sıradan yurttaşlar gibi, bir sistem içinde yaşayan hayatlar… ‘' şema tanıdık ve buraya uygun sanki… peki düşünün bizde özenilen hayatın neresi olduğunu görün ve düşünün; heveslenilen özenilen hayatın sonuçlarını varacakları noktayı kendileri çizmiş kendileri de endişeli tabi herkes değil zira endişe için farkında olmak gerekir, onu yazanlar yada film haline getirenler farkındalar diğer orayı o şekilde tanımlayanlar değil… 


küçük bir hatırlatma insan kendi kafesini taşıyan tek kuştur


brooklyn köprüsü; strüktürünün köprünün kendisini oluşturduğu bir insan yapısı. özelliklerine detayına girmeyeceğim zira isteyenler bulabilir. bana ilginç gelen şey köprünün aynı zamanda müze gibi kullanımıydı. evet bizde müzeler bile müze gibi çalışmazken amerikada beklide hayran duyulabilecek bir şey ki müze kültürünün çok bizim bildiğimizden bambaşka olmasıdır. üstüne basıyorum hatta bizim kadar tarihleri bile yoktur adamların sanat müzeleri ayrı tarih müzeleri ayrı bilim müzeleri ise bambaşkadır. her birinden edineceğiniz şeyler bambaşkadır. zira okula gitme müzeye git ellediğin her şeyden mi bişi aldırılır, insana aldırıyor adamlar.

Neyse konumuz köprüydü; köprünün üstünde bile yapımı yapan kişileri hakkında bilgiler sergilenmiştir. bir ucundan o otoyola bakarsınız bir tarafından geride bıraktığınız binalara geçmiş gelecek dönüşümüne; zira köprüde eskidir; o değişim içinde ki köprünün ününe bakarsınız sonra… evet ve illaki o sürekli fotoğrafı çekilen brooklyn olduğunu kanıtlayan o halatlarla fotoğraf da çekersiniz… köprüyü çekersiniz yetmez halatları fon kullanırsınız şehri çekmeye çalışırsınız… evet sadece köprüdür aslında; neyini sevdiniz ararsınız işte o bu şu şekilde… 

 özgürlük heykeli; fransanın hediyesi; dünyaca bilinen yine şehrin simgeleşmiş yapıtları arasına girmiş şehirle bütünleşmiş bir şey. feribotla şehirden uzaklaşıp şehre bakmaya yarayan bir şey sanki yada evet evet yada evvveett newyorka gittim demenizi sağlayacak bir fotoğraf almak için gitmeniz gerekecek bir yer. yoksa newyorku kim nereden bilsin dimi. öyle bir teması var. haa evet bi de unesco ya girmiş kültür mirası. 


centrel park; şehrin devasa yeşili. demini kalabalık dediğim kalabalığın kaç katını ve hatta şehrin gürültüsünü yutabilecek bir park.


 evet bizdeki bölük pörçük yeşil vardı surda bi yerde dediğimiz yeşillerden değil; işte yeşil diyebileceğiniz yine parmaka gösterebileceğiniz yada yöneldiğiniz yönde uzaklasmak istediginiz mekanlardan uzaklaşınca toplanabileceğiniz böyle bir yer arayınca aradığını aradığın yerde bulabileceğin bir yeşil. ve her bir noktasına da bir hatırlatma koymaya çalışmışlar hatta ve hatta dostluğu anımsatan bir köpek ismi varmış adını şuan hatırlamıyorum onun bile heykeli var.


 o büyük yeşilde kaybolmayan kültür yada hatıra parçacıkları yada yaşatılmak istenen şeyler… yada bilmem ne fiminin şu karesinin çekildiği yer yada şu sahnenin ve olayın geçtiği köşe işte şurası yada filmin şu sahnesinde falan ünlünün üstünde yürüdüğü köprü diye anlatılan bir park… 




Guggenheim müzesi; 

New york daki wright ın guggenheim ı için ; central park a bakan ön cephesinin arka cephesi ise oldukça ilginçtir. zaten newyork manhattan mimari yapısına ilginç bir bakış açısı kazandırmış ve civarındaki yapıların hiçbirine gerek organikliği gerek duruşu ile benzemeneyen guggenheim müzesinin sırtındaki yapıda guggenheimi yalanlayan cinsten değil adeta ona destek olmuş ve onu ön plana çıkaran bir background haline gelmiş bir yapı vardır.*

Müzenin iç yapısı da oldukça ilginç ve keyiflidir. cephede görülen sarmal yapının izlerini iç mekanda sergi alanlarını gezerken üstünde dolaştığınız rampa oluşturur. müze olduğu için sergilenen eserlerin ışıktan etkilenmemesi güneş ışığından zarar görmemesi adına mekanın orta kısmında tepeden ışıklıkla çözülmüş bir aydınlatma görürürsünüz ayrıca bu sergi alanının rampalı halini de tepeden gelen ışıkla galeri boşluğuna bakan yüzünü yaladığı için ayrıca hoş bir bakış açısı yakalatır ve her kattaki sergi alanını görebilmenizi sağlar.


Bu dışardan algılanan rampalı sistemin geri kalan yerlerinde ayrı ayrı mekanlara bölünmüş daha çok tablo şeklinde değilde bir kompozisyonla sunulan sergiler, kafeteryası ve satış elemanları dükkanını ayrıca asansör ve wc yi oluşturan yapının çekirdek kısmını oluşturan bölümler yer alır.

Lakin yapı bir o kadar etkileyici olsada wc sine girdiğimizde sonradan mı eklenmiş yapılmış bilmiyorum ama öyle olmasını umaraktan şunu belirtmek isterim ki; klozetin sağında ve solunda bırakılması gereken minimum boşluklar bırakılmadığı için oldukça komik trajik ve sıkıntılı beni hayrete düşüren bir mekan olmuştur wc si. hatta çıkıp tekrar emin olmak için girip fotoğrafladığımı söyleyebilirim.

Ayrıca göktelenlerinin tarihi ikiz kulelerin yıkılışıyla sıralaması hatta o tarihlerde yapılması beklenen başka eyaletlerdeki göktelenleri bile etkileyenn bir ana sahip şehir. ve göktelen sıralaması ve binalarını incelediğinizde falan tarihe kadar şu sıradayken hep ikiz kulelerin vurulduğu tarih öncesi ve sonrası diye bir ayrımla karşılaşacağınız şehirdir.