Birer muamma olarak doğarız: Kimin kaç gün yaşayacağı, nasıl bir ömür süreceği, ne uğruna tükeneceği hiçbir kulun malûmu değildir. İnsanoğluna muammalık sıfatı yakıştırırken şunu gözden kaçırmazsak isabet kaybederiz: Her kime muamma demişsek o, muammalı saydığımız yanını ancak bedeninde can taşıdığı sürece muhafaza edebilecektir. Can taşımak imkan taşımak demektir.
İmkân ise istidattan ibaret değildir. İnsanların imkânı dediğimiz şey, o güne kadar ne idiyseler olduklarının ötesine gidebilme, üstüne çıkabilme gücüdür.
İnsan hayatı kendini tekrar edip duran bir devr-i dâim manzarası arz etmediği takdirde sahiden insan hayatı olur.
Sırrımız canlı olmamızın neyin canlanmasına hizmet edeceğinde saklı.
''Kendini bil'' diye boşuna söylenmemiş. Bilim, felsefe, sanat alanlarındaki bilgilerle kendimizi bilmedeki noksanımızı gideremeyiz. İnsan gerçeğinin esasına erenler bununla kendini bilme çabasının üstesinden gelmiş sayılmazlar. Çünkü '' kendilik bilgisi'' her kim ona kavuşmuşsa, yalnızca kendini kapsar. Demekki kendilik bilgisi biriciklik bilgisidir. Aradığımız bilgi, bilgi olma özelliğini kamuya sunulur sunulmaz kaybeder. Geçen bunca zaman insan ömrünün birisikliğine helal getirememiştir. Sahiciiğimiz biricikliğimizdendir.
Ya şimdiye kadar geçirdiğimiz yıllara hakkını vermiş, yahut yılllarımızı heba etmişizdir. Ömrümüzün her aşaması bilgisizliğimizi geride bırakmamıza vesile olduğu nispette değer taşır.
Acaba bilgisizlikten kurtulmak ve bu değeri kazanmak için kütüphanelere mi kapansak? yoksa maceradan maceraya atılıp bilinecek şeyi tecrübeden, hayat bilgisinden mi çıkarsak? Boşuna gayret... Ne kadar değerli olduğumuzun ölçüsünü tanık olduğumuz bu dünyada bulamayacağız.
Biz insanlar canımızın neyi canlı tuttuğu bilgisinden yoksun bırakılmakla kalmamışız; yaşarken hangi eylemler için yeterli olduğumuzun bilgisi de bizden saklanmıştır. Kim olursak olalım sadece bir tek alanda tercih yapmaya güç yetirebilriz: Kaderimize razı olmak veya kaderimize itiraz etmek.
Birinci şıkkı seçip takdire rıza göstermişsek ne için yaratıldığımızı da keşfetmişiz demektir.
Kaderinize itiraz ettiğiniz zaman yaratıldığınızı da inkâr etmiş olursunuz.
Yaşıyorsak doğuştan getirdiğimiz muamma bizimledir. Sona eren hayatlar sadece birer bilmecedir; ölüm onların muammalık vasfını yok etmiştir. Bu anlamda tarih de bir bilmecedir ve bir muamma değildir. Yaşarlık niteliğinden arındırılmış insanların, kendileriyle asla el sıkışamayacağımız, cevap vermek suretiyle artık bize nüfuz edemeyecek kişilerin zihnimizde uyandırdığı yankılar, eğri ve doğru biyografiler haline gelir, tarih olur. Gözlemlerimiz, tanıklarımız, delillerimiz ve ele geçirebildiğimiz bütün veriler sona ermiş hayatların ortalama anlayışlar düzeyinde açıklanması, aklîleştirilmesidir.
Demek ki kimlerden lursa olsun insanlardan birinin ''kaybedilmiş hayatı'' diğerleri katında gerçekte olduğundan çok daha sıradanlaştırılmış, muammasız kılınmış birer malzeme haline dönüşmek zorundadır. Sona ermiş hayatlar üzerine konuşup yazanlar keşfettiklerine inandıkları gerçekleri dile getirirler. Onların kabul edilmeye indirgenmiş bir mantık örgüsünün ötesinde, önceden sınanmış bir mantık çatkısının üstünde bir şeyi dile getirdikleri söylenebilir mi? Hayır. Sona eren hayatlar gözlemcilerin, delil toplayanların gözlemden yoksun kalanlara takdim ettiği bilmecelerdir. Hakkında konuşulan insanlardan hiçbiri içine konulduğu tabutun kapağını aralayıp 'ban sağken şu yoldan giderdim ' diyemeyecektir.
Yaşadığı müddetçe insan muammadır. Kabul edilmesinde hiç zorluk çekmeyeceğimiz gerçek şu ki bir insanın yaşayan insan nitelemesine uğraması onun nefes alıp vermesi, canlı varlıklara özgü işlevleri yerine getirmesi sebebiyle değildir. Herkim ki bizzat kendi hayatının mânâsını değişime uğratmaya müsait veriler üretmekten geri durmaz; işte biz ona ''yaşayan insan'' deriz. Bu ''yaşayan insan'' , hayatı hakkında söylenebilecek son sözü kendi türünden bir gözlemciye bırakmadığından dolayı bilmece değildir.
Neyin varisi olduğu hakkındaki bilinç insanı insan yapar. Çünkü insanın sürdürdüğü hayatla insan olmayanın mevcudiyeti arasında derece farkı değil, mahiyet farkı vardır. ''Sonuçta belki benim tanrısızlığımın Tanrıya yakınlığı'' demiş Martin Heidegger, '' felsefede Theism adı verilen şeyden daha fazladır. '' Milâdî yirminci yüzyılın en çetin filozofu, Tanrı'ya yakınlığı ağzına almadan edemiyor. Biz ne yapalım? Bizler ki Allah'ın bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu öğrenme tarihine erişmiş insanlarız. Gayet sarih bir biçimde fark ettiğimiz odur ki bizim Allah'a ne kadar yakın olduğumuz - cüretkârlığımız Heidegger'inki düzeyine çıkmadığı sürece - tam bir muammadır.
Allah'ın insana değil insanın Allah'a yakınlığı: İnsan hayatıyla insan olmayanın mevcudiyeti arasındaki farka anlam veren yegane belirti budur.
Biz daha ihtiyatlı davranıp yaşadığı müddetçe insanın istikamet üzere olup olmadığı hakkında Allah'tan başka hiç kimsenin - insanın kendisinin bile- kesin bilgisinin olmadığını söyleyeceğiz. Bu çok değerli bilgisizliğimiz yüzünden çıkmadık canda ümit vardır diyeceğiz. Çıkmadık canda ümit var sözünü işimize geldiği gibi kullandığımız bir atasözü olmaktan çıkarıp bir kültür ilkesi sayıldığı geleneğin sürdürücülüğünü benimsersek görürüz ki ümit muammanın kardeşidir. Her insan bir muamma olarak doğar diyeceğimize, her insan bir ümit olarak doğar dersek de olurdu. Her yaşayan insan , yaşayan her diğer insan karşısında bir ümittir.
İsmet Özel - Henry Sen Neden Buradadasın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder