15 Nisan 2016 Cuma

Ortaköy camii

Büyük Mecidiye Camii ya da halk arasında bilinen adı ile Ortaköy Camii,
İstanbul Boğaziçi’nde Beşiktaş ilçesinin, Ortaköy semtinde sahilde bulunan Neo Barok tarzında bir camiidir.
Cami, Sultan Abdülmecid tarafından Mimar Nigoğos Balyan’a 1853 yılında yaptırılmıştır. Oldukça zarif bir yapı olan cami Baroküslubundadır. Boğaziçi’nde eşsiz bir konuma yerleştirilmiştir. Bütün selatin camilerinde olduğu gibi harim ve hünkar bölümü olmak üzere iki kısımdan oluşur. Geniş ve yüksek pencereler Boğaz’ın değişken ışıklarını caminin içine taşıyacak biçimde düzenlenmiştir.
Merdivenle çıkılan yapının tek şerefeli iki minaresi vardır. Duvarları beyaz kesme taştan yapılmıştır. Tek kubbenin duvarları pembe mozaiktendir. Mihrap mozaik ve mermerden, mimber ise somaki kaplı mermerden yapılmıştır ve ince bir işçiliğin ürünüdür.
Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 2011 ile 2014 arasında yaklaşık üç yıl süren restorasyon çalışmaları 06 Haziran 2014 tarihinde tamamlanmıştır.

***
Nigoğos Balyan (1826-1858), Garabet Amira Balyan'ın ilk erkek çocuğu, Ermeni mimar. En önemli eseri, babası Garabet Amira Balyan'la birlikte yaptıkları Dolmabahçe Sarayı'dır.
1843'te kardeşi Sarkis ile birlikte mimarlık okumak için Collège Sainte-Barbe de Paris'e gitti. 1845'te hastalık yüzünde kardeşi ile beraber İstanbul'a geri döndü. Babası Garabet ile çalışırken tecrübe kazandı ve Sultan I. Abdülmecit'in sanat danışmanı oldu. Ayrıca batı mimarlığını öğretmek için açılan iç mimarlık okulunun kurucusudur.
Önemli Eserleri
  • Ermeni Hastanesi

  • ***


Ankarada bir selçuklu mekânı


'' Arslanhane Camii veya Ahi Şerafettin CamiiAnkara'nın Altındağ ilçesinin Samanpazarı mahallesinde bulunan Selçuklu dönemine ait bir camidir.
Cami 13. yüzyıl başında Ahiler döneminde yapılmış, 1289-1290'da ilk restorasyonu Ahi Şerafeddin tarafından yaptırılmıştır. Minberindeki bir kitabeye göre mimarı Ebubekir Mehmet'tir.
Düz, ahşap tavanlıdır, mihrabı Selçuk çinileri ile kaplıdır ve iki yanda ahşap sütunlar dizilmiştir. İnşaatta kullanılan taşların bazıları Roma ve Bizans döneminden yapılardan kalmadır. Çatısı kurşun kaplamalıdır. Kuzey, güney ve batı yönlerine açılan üç kapısı vardır.
Caminin kurucusu Ahi Şerafettin, caminin karşısında bir Selçuklu türbesinde yatar. Cami "Arslanhane" olarak da bilinmesinin nedeni, türbenin duvarına gömülü olan antik aslan heykeldir.''

Kevn ü mekân 'ın araçlarından biri olan mimari



Mimari; mekana müteallik, mekanla ilişkili her ne var ise alemde o şey mimarinin konusu. Mimari konusu bu olan bir şey.

Mekan derken neyi kasdediyorum: Mimari; ‘’kevn’’ oluş olmak, Oluş halinin olduğu yer mekandır.
O oluş halinin dinamiklerini aramak, O Kendisinden bir şeyler duymamızı isteyenin yapısını kavramak; Mimari bunun araçlarından bir tanesidir. Adımımızı attığımız her noktada bu oluşun emarelerini görebiliyorsak o oluşa dair kendi fikrimizi kendi deruni bakışımızı kendi iç yolculuğumuzu oluşturabiliyorsak o da iyi mimaridir.

***
Eğer bir sanat eseri mimarlık eseri baktığınızda direk sizi çarpıyor ve etkisi altına alıyor ve size bir doğrultu gösteriyorsa o sizin kendi iç yolculuğunuzu ve kendi çizdiğiniz rotalarla belirleyebilme şansınızı elinizden alıyor.(kilise)
‘’Usül asıldan önemlidir.’’ İsmail kılıçarslan


***

***
Halil İbrahim Düzenli ; İsmail Kılıçarslan Yusuf Genç İle Adres Defteri 18 03 2016

İslâm şehrinin özellikleri

'' İslâm şehrinin özellikleri
İslâm şehrinde toplumun merkezinde insanları denkleştiren bir kurumsal yapı vardır: Cami. İslâm şehrinde cami ile bedesten birlikte var olmuştur ve bu hal sadece Osmanlı şehirlerine mahsus değildir. Peygamber’in de Mekke’de çarşı tanzim ettiği bilinmektedir: “İlk iş müstakil bir pazar kurmaktı. 
İslâm toplumlarında pazar yerinin mülk olmamasının en büyük delili bedestenlerin vakfiyelere ait olmasıdır. Yani ticari sahanın kamusallığı esastır, şahsi mülk olmasına izin verilmemiştir. İslâm düşüncesinde şehir, mekânın sermaye politikasını konu edinmemektedir. Mekân sermaye değildir. Mekân vatandır. İnsan toprağa basmalıdır. Toprak yurttur. İnsanın yeryüzü ile ilintisi dünyaya fırlatılma değildir. 
 Allah meleklere “Yeryüzünde bir halife yaratacağım” diyerek insan-toprak ilişkisini varoluşsal kılmıştır. İnsanın toprağı ziftlemesi, betonlaştırması halifeliğini bozmaktadır. Zift ve beton içinde canlı barınamayan iki beşerî icat olarak insanı toprağa yabancılaştırmıştır. Marka şehir, kentleşme düzeni Batı’nın ilerlemeci tarih anlayışını tekrar eden, yineleyen perspektifler olarak Batı dışının Batı’ya benzemesini ve ona boyun eğmesini gerektirmektedir. Şehirlerimiz satılık değildir, sınıfsal ayrışmalara bölünmeye muhtaç değildir. Şehir, kırsal alanları, üretim alanlarını düzenleyen, organize eden mahallî ve iktidara karşı muhtar yönetimlerdir.''


Şehir kavramı teolojiden beslenir; hükmün uygulandığı yer anlamı taşır:

İslâm şehri (medine) ahkâmın uygulandığı yerdir Bu nedenle bugünkü dilde Kaz’a denilen ve kentten küçük sayılan toplumsal birim kadısı olan yer Cum’a kılınan yerleşim alanıdır. Kaz’a denilen yerde mutlaka Pazar kurulur ve mutlaka Cum’a kılınırdı. Kaz’a aynı zamanda kendi üretim bölgesi olan kırsal alanda ticaret ve üretimi tanzim eden bir merkezdir. Yani Batı kenti gibi ‘üretim sahası kent’, ‘fabrikaların yatırım alanı olarak kent düzeni’ şeklinde bir anlayış İslâm toplumlarında ortaya çıkmamıştır. Bu nedenle burjuva bireylerin yerleşim alanı olan ‘bourg/burj’ bir ‘kent’ ise de bir ‘şehir’ değildir. Böylece Batı toplumlarında ortaya çıkan ‘urban-city’ belki ‘kent’ olarak adlandırılabilecek ama sadece Müslümanların inşa ettiği ‘şehir-Medine’ sayılamayacaktır. Bu ikisinin birbirinden tefriki yalnızca sınıfsal, mülkiyetçi, üretim biçimine ait, siyasal, kültürel nedenlere dayanmamakta tamamen teolojiden beslenmektedir. 
http://dergi.aljazeera.com.tr/2015/01/01/bati-kenti-islam-sehri/

Lütfi Bergen

Lütfi Bergen, yazar ve serbest avukat. 1995’te Dergâh dergisinde yazın hayatına başladı. Bergen'in kitaplarından bazıları şunlar: 'Kenti Durduran Şehir' (MGV Yayınları, 2013), 'İslâmcılık Söylem ve Eylem: Bir Şiddet Eleştirisi' (MGV Yayınları, 2014), 'Kent-İslâm ve Kapitalizm: Şehre Yürüyelim Batı Yıkılacak' (Doğu Kitabevi, 2014), 'Medeniyet: Müslüman Toplumsallığın İnşası' (MGV Yayınları, 2014).

ufkî şehir

_HALİL İBRAHİM DÜZENLİ_

Ufkî Şehir
“Turgut Cansever’in İzinde''

 Turgut Cansever’in, çeşitli konuşma ve yazılarında  “ufkî kat mülkiyeti” ya da “yatay kat mülkiyeti” gibi kullanımları var. Aslında teknik bir tabir kullanıyor. Bu tabirle şehirlerin mülkiyet esaslarına değiniyor ve bununla bağlantılı olarak dikey yükselme yerine yatay genişleme gibi bir yapılaşmayı öngörüyor. Esasında bir, iki, üç katlı, her evin kendi bahçesinin olduğu müstakil evlerden mü
teşekkil şehirlerden bahsediliyor. Cansever’in doğrudan “ufkî şehir” gibi bir kullanımı yok ama bizim tercihimiz olan “ufkî şehir” başlığı onun ifade ettiği bu anlamları içeriyor kuşkusuz.
Bir de şöyle bir şey söyleyebilirim. “Ufkî şehir” kavramsallaştırmasının belki ilk defa burada size ifade edeceğim bir alt metni var. Bu da insanın tabiatla olan ilişkileriyle, tabiatı algılama biçimiyle, ona ettiği nazarda gizli.

 Şöyle ki, “ufuk” bugün epeyce popüler bir şekilde kullanımda olan, sadece “yatay” anlamına gelen bir kelime değil. Kuran-ı Kerim’de Fussilet Suresi’nin 53. âyetinde “Varlığımızın delillerini ufuklarda (âfâk) ve nefislerinde onlara göstereceğiz” deniyor. Burada geçen kavram âfâk yani ufuklar. En nihayetinde ufka bakmak, âfâk ile irtibat halinde olmak, Allah’ın yeryüzündeki işaretlerini temaşa etmekle alakalı. İşte bu bakışın ve temaşanın gerçekleşeceği şehirdir ufkî şehir. Yani kelimenin basit bir çevirisiyle, yassılaştırılmış haliyle bir şehirden bahsetmiyoruz. Kendisine hediye verilen ve onda işaretler bulunan tabiatla ilişki kuracak insanların bu muhtemel arayışlarına çeşitli imkânlar sunan şehirlerden bahsediyoruz. İster kendi müstakil bahçesindeki bir ağacı seyrederken, ister sokaklarda yürüdüğünde, ister çıkmaz sokaklarda ve karşılaşma noktalarında sohbet ettiğinde, isterse de karşıdan baktığında siluette.

**
Nüfus yoğunluğunun fazla olduğu şehirlerde yatay mimari ihtiyaçları karşılayabilecek nitelikte olabilir mi?

Bu noktada da bazı itirazlar yapmak durumundayım. Sorunun cevabı yatay mimari dediğiniz şeyi nasıl tanımladığınızla doğrudan alakalı. Açıkçası “yatay mimari” şeklinde bir kavramsallaştırmayı da çok doğru ve isabetli bulmadığımı söylemek isterim. Mimari söz konusu olduğunda onun yataylığından ziyade, az önce de söylediğim gibi, insana odaklı oluşu ve bir sanat eseri olarak niteliği, kalitesi çok daha önemlidir diye düşünüyorum. Dolayısıyla “yatay mimari” gibi bir tanımlamayı anlamsız buluyorum.

**
1800lü yılların sonunda İngiltere’de başlatılan Garden City (bahçe şehir) hareketi konusunda ne düşünüyorsunuz? Bu hareket ilk etapta gayr-i insani toplu konutlarda yaşayan sanayi kenti insanlarının daha insani şartlarda yaşamaları için oluşturulan bir hareket gibi görünse de, bugünkü Amerika şehirlerinin bile temelini oluşturuyor diyebiliriz. Garden City’nin ülkemizde uygulanabilirliği var mıdır sizce?

Kuşkusuz batıdaki bahçeşehirler önemli örnekler. Fakat bahçeli müstakil ev meselesine ülkemizden baktığımızda Garden City’nin çok daha ötesine geçmek mümkün görünüyor doğrusu. Bahçe şehirlerin ilki 1900’lerin başında inşa ediliyor ve 50 yıl boyunca farklı yerlerde inşaları devam ediyor. Garden City yaklaşımı Avrupa’da yaygınlaşmaya başladığı sıralarda Türkiye coğrafyası bu bahçe şehirlerden çok daha mütekâmil, yaklaşık 600 senede tek tek bahçeli müstakil evlerden oluşmuş kümülatif bütünlüğe sahip Osmanlı şehirleri ile doluydu. Üstelik bırakın modern Türkiye Cumhuriyeti sınırlarını bütün Balkanlar ve diğer coğrafyalarda Osmanlı’nın bakiyesi şehirler vardı, halen de var. Dolayısıyla meselemizi Garden City üzerinden değil de bu topraklarda oluşan tarihsel yaşam çevresi
ve tecrübesinden yola çıkarak temellendirmeyi çok daha doğru ve esaslı bir yaklaşım olarak görüyorum. Böyle yaklaşınca batıdaki bahçeşehirlerin övgüye mazhar taraflarının yanında bugün eleştirilen birçok yönlerinin de kendiliğinden gündemden düştüğünü göreceğiz. Taşıt odaklı değil yaya odaklı olmak gibi, evler arası mesafelerin komşuluk ilişkilerine olanak verebilmesi gibi, cetvelle çizilmiş plan ve dokular değil topografyayla, tabiatla, insan bedeninin hareketiyle oluşmuş organik sokaklar vs. gibi.
Bugün ABD’de halkın yüzde 88’i müstakil-bahçeli evlerde oturuyor. Hakeza, İngiltere’de de yüzde 79’u. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Türkiye’de ise 1995 yılında halkın yüzde 92’si bahçeli müstakil evlerde oturmak istiyor. Bugün durum nedir, bilemiyoruz tabi, araştırmasını yapmak gerekli. Belki bahçeşehirlerin 100 sene önceki hallerini değil de bugün batı şehirlerinin konut meselesine bir mekân politikası olarak yaklaşımlarını gündemimize almamız önemli görünüyor. Kuşkusuz bu müstakil evlerin biraraya gelişlerindeki esaslar batıdakine göre değil, Osmanlı ve ondan türettiği haliyle Turgut Cansever’in önerileri gibi olabilmelidir. En azından bunlarda ciddi potansiyeller vardır diyebiliriz.  İşte Ufki Şehir kitabında yapılmak istenen budur. Turgut Cansever’in her şeye rağmen taşıdığı o müthiş ümitvarlığı bizim de taşımamız gerekiyor. İnancımız şudur: Niyet her şeyin başıdır.

file:///C:/Users/user/Desktop/makale%20oku/Turgut_Canseverin_Umitvarligina_Muhtaci.pdf

Neden Üslup?

'' islamın gündemindeki ilkelerin en önemlisi tevhid ilkesi. 
insanın söylediğiyle yaptığının tamamen aynı olması lazım geldiği şeklindeki ilke.'' 

''üslup inançlarımızın yapılana yansımasıysa.... '' diyor Turgut Cansever. 

üslup! nasıl anlatmalı idi başka türlü? 

üsluba çok takılyorsun diyenlere haykırmak istediğim mevzuatlar. 

kişinin inancıyla yaptığının birbirine tutmadığını sorgulamak neden bu kadar uç nokta olarak görülmekte? 

üslup uç nokta değil hakeza kişileri tanıyabileceğiniz en önemli ipuçlarıdır. 

ağızlarındaki değil kalplerindeki inancı yakalayabilecekleriniz...