27 Haziran 2013 Perşembe

Şehr-i terke az kala...

Şehr-i terke alışmak neden zor geliyor bu sefer...

 Oysa giderken arkasına bakmayan bi insandım ben,

 Şimdiye kadar terk demek başka bir yere ulaşmak demekti başka bir yere yelken açmak, hedefin Belirsizliği ayrılığı güçlendiriyorsa demek ki,

 Ya da ya da burada ki yaralar pek bi derindi sargılarım pek mi sıkıydı ki...doğruya en çok bur da savaşmıştım ben,

 En çok burada açık hedef olmuştum... bi hendek bulup saklanmıştım kimi zaman kimi zaman koşmuş kimi zaman ru be ru savaşmıştım,

 Hep havada gördüğüm sesimi bile duyuramadığım kuşlarla dost olmayı burada öğrenmiş idim.

 Elhamdülillah; bitapken nefeslendiğim yerlerim vardı, maskemi çıkarabildigim anlar...

 Öyle kuytularım var ki... gömüpte taa içimde saklayacağım onları, gün olur yolum düştüğünde çıkarıp sargılarını düzeltip hemhal edip yeniden gömeceğim buralara... evet evet yapacağım...

21 Haziran 2013 Cuma

Öyle bir zerreyim ki ben...

İsyan Etmişim...



Öyle karanlık bir geceyim ki, aya isyan ettim
Öyle kimsesiz ve yoksulum ki, sultana isyan ettim
Güzeller güzeli lütfetti de çağırdı beni, gitmiyorum evine, yola ize isyan ettim
İnatlar etse sevgilim, üzse beni, yine de ah demeyeceğim, ah çekmeye isyan ettim
Parayla, şanla, mevkiiyle çelmek isterler aklımı, bilmezler paraya da, şana da, mevki ye de isyan ettim
Kuru bir saman çöpüyüm ama, mıknatısa yan çizdim
Öyle zerreleriz ki biz, isyan ettik dört unsura
Havaya, ateşe, suya toprağa… isyan ettik beş duyuya
Beş altı dediğin nedir ki zaten senin
Öyle bir zerreyim ki ben, bir allaha isyan ettim
Bu söze dayanamazsın, çünkü suyun dışındasın
Şemse benzediği için ben, şemse isyan ettim

Mevlana Celaleddin Rumi

Eksi sözlükten alıntıdır. bir cok seslendırmede ki halinden bunun aslına daha yakın oldugunu düşündüğüm için bunu paylaşıyorum. 


seslendirmelerdeki hali ise;

İsyan Etmişim

Aya öfkelenmişim ben, 
işte böyle kapkaranlık bir gece olmuşum. 
Padişaha kızmışım, 
çırılçıplak bir yoksul olmuşum. 

Güzeller sıltanı gel demiş, 
evine çağırmış beni. 
Ben bir yolunu bulmuşum, 
yola baş kaldırmışım. 

Sevgilim baş çeker, naz ederse, 
gamlara atar, kararsız korsa beni, 
bir kez olsun ah demem, inad için. 
Ah'a da kızmışım ben. 

Bir bakarsın altınla aldatırlar beni o. 
Bir bakarsın şanla şerefle aldatırlar beni. 
Oysa altın falan istemiş değilim ondan, 
şanla şerefe hele çoktan boş vermişim. 

Ben bir demirim, 
mıknatıstan kaçıyorum. 
Bir saman çöpüyüm ben, 
mıknatıslara yan çizmişim. 

Ben öyle bir zerreyim ki, 
bütün âleme isyan etmişim. 
Havaya, toprağa isyan etmişim, 
Ateşe, suya isyan etmişim. 
Altı yöne isyan etmişim. 
Beş duyuya isyan etmişim. 

Hava, toprak, ateş, su da neymiş ki, 
altı yön de neymiş, 
beş duyu da ne. 
Benim için hiç bir şey umurumda değil.

Mevlana Celaleddin Rumi

17 Haziran 2013 Pazartesi

Hayret

'' Sayılabilir her şeyi olağanlaştırıyor insan. 
Nefes alıp vermek kadar alışılmış, 
gözlerini kırpmak kadar sıradan bir şey.
Günler saatler, nabız atışları, doğumlar ölümler.
Hayret ise; çocukluk zamanlarında saplanmış kalmış bir ünlem. ''

Kraliçenin pireleri - Tarık Tufan

15 Haziran 2013 Cumartesi

Simuzer

''' Büyük çınar bir kıyıdaydı, küçük çınar öbür kıyıda. Aralarında bir ırmak akardı. 
Birbirlerine bir ırmak kadar yakın, ama bir ırmak kadar da uzaktılar. 
Büyük çınar olgundu, ergindi, deneyimliydi, adı Zer'di. 
Küçük çınar ise, tazeydi, canlıydı, adı Sim'di. İkisini ayıran ırmağın ismini Firak koymuşlardı. 
Tek dilekleri vardı: KAVUŞMAK! 


Çevrede başka ağaç yoktu sanki. 
Onlar sadece birbirlerini görür, sever, özler ve isterlerdi. 
Baharda süslenir, yazda yapraklanır, güzün sararır, kışın soyunurlardı. 
Filizlenip yapraklanmaları kavuşma arzusundandı, sararıp solmaları da ayrılık acısından. 
Kar, fırtına, ayaz oldu mu, Zer, Sim için üzülür, Sim de Zer için kaygılanırdı. 
Ayakları yoktu ki koşsunlar birbirlerine, kanatları yoktu ki uçsunlar. 
Hiç olmazsa birisi ırmağı geçebilseydi! 
Hayır, imkansızdı bu. 
"Yan yana olsak!" derdi Zer. 
"Can cana yaşasak!" derdi Sim. 
Güneş etrafı aydınlatmaya başladı mı neşelenir, battı mı üzülürlerdi. 
Gerçi karanlık da engel olamıyordu onlara. 
Sabahlara kadar hayaller kuruyor, rüyalar görüyorlardı. 
Gece mehtaba bakarlardı ikisi de. 
Bu ortak görüntü, birbirlerine bakıyorlarmış gibi bir his verirdi onlara. 
Semaya bakarken hayal kurmaları daha kolay oluyordu. 
"Parlayan ay!" derdi Zer. "İkimize pay" diye tamamlardı Sim. 
Gerçi konuşmadan da anlaşırlardı, ama zaman zaman da konuşurlardı. 
Rüzgar sırdaşıydı onların. 
Fısıltılarını taşırdı. 
Kıyıdan kıyıya şiirler, iç çekişleri, özlem çığlıkları götürüp getirirdi. 
"Yanında olsam!" derdi Zer. "Yanımda olsan" derdi Sim, bir yankı gibi. 
Bir de kuşlar vardı! Halden anlayan kuşlar. 
Gelirler, dallarında yuva kurar, kollarında uyur, anne olur, baba olurlardı. 
Derinden derine ah eden ağaçların postacılarıydı kuşlar. 
Mektuplaşırlardı bazen, birbirlerine yapraklar gönderirlerdi. 
Rüzgar, özel bir ulak gibi çalışırdı o zaman. 
Zer'in yaprakları Sim'e uçar, Sim'in sayfaları da Zer'e konardı. 
Bazen müzikti taşınan, bazen şiir. 
Sevgi, özlem, ayrılık sözleri söylerlerdi birbirlerine. 
Bir sırları vardı aralarında. 
Adını söylemiyor, ama en yoğun biçimiyle paylaşıyorlardı. 
"Sendeyim!" derdi biri. "Bendesin!" derdi diğeri. 
Söz ve anlam gibiydiler. 
Görünürde ayrıydılar belki, ama hakikatte birdiler. 
Buna inanırlardı, ama yine de kavuşma arzusuyla yanmaktan alamazlardı kendilerini! 
"Sen büyüksün, ben yetersizim" derdi Sim, incecik sesiyle. 
"Sen baharsın, ben yazım" derdi Zer. 
Sonra ikisi birden haykırırlardı: 
"Ben yok, sen yok, biz varız! Birbirimizi tamamlarız!" 
Evet, yan yana değillerdi, ama onlar kavuşma sevincini başka türlü yaşarlardı. 
Sonbahar geldi mi ikisinin de yaprakları dökülürdü yere. 
Özlemle sararan yapraklardı bunlar. 
Rüzgarla karşı kıyılara uçuşan yapraklar birbirine karışırdı o zaman. 
Kendileri kavuşamasa da parçaları kavuşmuş olurdu böylece. 
Esintilerin tesiriyle yaprak yaprağa oynaşırlardı. 
Bir kavuşma yöntemleri daha vardı: 
Gölgeleri, yaprakları, şiirleri, özlemleri, sevgileri suya dökülürdü. 
Irmak, vuslat yuvaları olurdu. 
Su aynasında beraber görünürlerdi. 
Sevinirlerdi! 
Buna da razıydılar, ama bu hal uzun sürmedi. 
Ormana bir oduncu geldi. 
Korkuyla titrediler. 
Eli baltalı adam, hangisini kessem acaba, diye bakınmaya başladı. 
Bir celladın gözleriydi gözleri! 
Hem Zer, Hem de Sim, celladı kendilerine çağırıyorlardı. 
"Bana gel, beni kes! Bak, ben çok yaşadım!" diyordu Zer. 
Sim ise, "Ben tazeyim, beni kes, zorluk çıkarmam sana!" diye haykırıyordu. 
Oduncu, ince ve kolay olana yöneldi. 
Henüz hayatının baharını yaşayan Sim'i kesti, devirdi. 
Taşısın diye attı ırmağa. 
Zer'in göklerde yankılanan feryadını işitmedi bile. 
Zer, "Beni de, beni de kes!" dediyse de duyuramadı sesini. 
Giden sevgilinin ardından acıyla inledi. 
Rüzgara yalvardı o zaman. "Lütfen es!" dedi. 
"Hiç esmediğin bir güçle es! Fırtına ol!" 
"Niçin?" diye sordu rüzgar. 
"Beni suya devir! Bak, o gidiyor!" dedi, Zer. 
Durumu kavradı rüzgar. 
Görülmedik bir hızla, şiddetle ve tutkuyla esti, esti, esti. 
Fırtına oldu. 
Zer'in yıllanmış gövdesi dayanamadı bu fırtınaya, suya devrildi. 
Sim'in ardı sıra akmaya başladı. 
"Elbet bir yerde buluşuruz" diyordu. 
"Nasılsa aynı yöne gidiyoruz!" 
... 
Öyle de oldu... 
Yüze yüze bir kereste fabrikasının önüne vardılar. 
Adamlar geldi yanlarına, ikisini de ırmaktan çıkardılar. 
Kestiler, biçtiler, tahtalar haline getirdiler, depoya götürdüler. 
Depocu üst üste koydu parçalarını. 
Aylarca kurudular orada, hayatlarından eser kalmadı. 
Duyguları ise dipdiriydi. 
Gece oldu mu fısıldaşıyorlardı aralarında. 
Tek duaları vardı: Asla ayrılmamak! 
İlahi merhamet gecikmedi... 
Bir mobilyacı aldı tahtalarını. 
Atölyesine götürdü. 
Güzel bir çalışma masası yaptı. 
Satmak için vitrine koydu. 
Masanın içinde fısıldaşıyorlardı şimdi. 
"Bir olduk artık" diyorlardı. 
"Bu masaya bir isim gerek." 
Geceler boyu düşündüler. 
"Simuzer" olsun dedi, Zer. 
İki isim teke inecekti böylece. 
"Olsun" dedi, Sim. 
Vitrindeydiler. 
Caddede bir genç ile bir kız gördüler. 
Birlikteydiler, ama ayrı gibiydiler. 
Onların da aralarında bir ırmak mı vardı yoksa? 
... 
Aylar birbiri ardınca geçti gitti. 
Vitrindeydiler yine. 
Üstlerinde bir gölge hissettiler, bir erkek gölgesi. 
Adamın yüzü gülerken eşlik etmiyordu gözleri. 
Tebessümünü yitirmişti adam. 
Onu arar gibi ısrarla masaya bakıyordu. 
İçeriye girdi, pazarlık etti, masayı aldı, odasına götürdü. 
Şiirler yazacaktı üstünde! Yazıyordu da... 
Sim ve Zer bu durumdan memnundular. 
Hayatsız bir yaşantıları vardı işte! 
Kupkuru bir hayattı bu. 
Olsun! Şiir yazıyordu ya adam, az şey miydi! 
"Ona yardım edelim," dediler. 
"Ne yapalım?" diye sordu Zer. 
"Ona bizi anlatalım! İşitsin de öğrensin sevgimizi. Belki bizim de destanımızı yazar." 
Gece konuşacaklardı. 
Hep gece konuşurdu onlar. 
Geceyi beklerse işitebilirdi adam. 
Konuştular da. 
Adam, gecelerde hiç mahrum kalmadı ilhamdan yana. 
Birlikteydiler, mutlu olmaları gerekirdi, ama değillerdi işte. 
Bir sızı vardı gönüllerinde, ince bir sızı. 
Yaşanmamış hayatlardan kalan bir boşluk gibiydi! 
Kötü evliliklere benzemişti bu beraberlik. 
Böyle olmamalıydı... 
Zer, derin bir ah etti. 
Kendi kendine konuşur gibi! 
"Nehrimizin kıyısında yan yana olsaydık!" dedi. 
"Can cana yaşasaydık!" diye inledi, Sim. 
Acı dolu sustular. 
Dallarını, yapraklarını, kuş cıvıltılarını, yağmur şıpıltılarını, ırmak türkülerini, rüzgar uğultularını hatırladılar. 
İç geçirdiler... 
Artık, ne baharlar vardı, ne de yazlar. 
Şimdi kupkuruydular. 
Gözyaşı bile dökemeden uzun zaman ağladılar. 
Fısıldaşmaları dileklere dönüştü. 
Her gece bıkmadan usanmadan tekrar ediyorlardı. 
Geriye dönüş imkansızdı, anlamışlardı, ama ileriye gidiş mümkündü, bunu fark ettiler. 
Yalnız hatıralar yoktu ki, ümitler ve hayaller de vardı. 
"Cennette olsak!" diyordu, Sim. 
"Yan yana yaşasak!" diyordu, Zer. 
"Önümüzden bir ırmak aksa..." 
"Irmak bizi ayırmasa..." 
"Dallarımıza kuşlar konsa..."   '''

13 Haziran 2013 Perşembe

Yolculuk

Yolda olma hali ne de güzel bir 
haldir o öyle...

Hep bir koşuşturmacayla yetiştim yetişemedim haliyle ağır valizinle kan ter içinde ulaşırsın gara, otogara, havaalanına ve o oturduğun koltuk bir anda sırtını yaslamanla hoş bir rahatlık verir insana :) hazırsındır artık yola çıkmaya hazırsındır... geri de kalanlar değildir artık endişelerin karşılaşacaklarındır. yol boyunca vedalaşırsın geride kalanlarla... kimi zaman hüzünle bırakırsın ellerini kimi zaman küçük bir tebessüm ve huzurla. 

Sonra sonra böyle yumarsın gözünü takarsın kulağına bir müzik; belki bir şiir, bir dua, bir türkü, herhangi bir mırıltı... düşünürsün düşünmediklerini yada toparlayamadıklarını... yada yada sadece boşaltırsın zihnini bilinçsizce seyredalarsın manzarayı... muavinin ne alırsınız sözüyle toparlanırsınız böyle zamanlarda, yada molaya duran aracın artık gitmemekte olduğunu farkettiğinizde...


Ancak şöyle de kötü bir durum peyda oldu ki; o yüzden önümüze konan küçük ekranları sevmedim ben hiç ve de sevmeyeceğim sanırım. hoş tv yide izlemeyeli bi 8 yıl oluyor. Tv izlemeyen biri için insanın önüne tv kutusu koymak tamda göz hizasına biraz işkence yapmak gibi oluyor. Hayır yani ben kapatmış olsam da özellikle akşam yolculuklarında sağdan soldan açık olanlara göz kitlenmiyor değil. 


Bazen sırf ''yolcu olma'' halini hissetmek için yola çıkan biri için düşünün ne zor ne zor...

10 Haziran 2013 Pazartesi

Deniz tutması...


Mimarlık,kibirle savaşmak demektir; çevrendeki milyonlarca mimar kibrine gardını alabilmek hem de onlara dönüşmemek için kendinle savaşabilmek...

ahh bide mimar kibrini yemiş ve içinde kinini büyütmüş her bir mühendis ve dahi bilumum çalışana da tetikte olabilmektir.

Dönüşümü kabullenmeyen mimar için işte tüm bu güruhu karşınıza alıp kendinizi pardon işinizi(!) kabul ettirebilme savaşıdır, mimarlık.

Yine de illa ki şu kibir tozu kaçar mı kaçar içinize... az biraz yakınsanız illa ki kaçar, bulaşmadı diyemezsin ne yazık ki...

Karadayken kendin, içinin gemide olmasıdır bu sebeple mimarlık, direnirsen tutar deniz seni, döndükçe alt üst olur miden başın ve dünyan...

9 Haziran 2013 Pazar

''Dış/sûret değişince iç/sîret de değişmeye başlar.''

MODERN MİMÂRİ BİR TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ PROJESİDİR
“Memleket mutlaka modern,
medenî ve yepyeni olacaktır.
Bizim için bu hayat davasıdır.”
Mustafa Kemal Atatürk
Bu yazıya; milletimizin dînî, ahlâkî, içtimâi, iktisâdi ve kültürel hayatını derinden etkileyen ancak üzerinde her nedense durulmayan önemli bir hususu hatırlatarak başlamak istiyorum.
Modern mimâri bir toplum mühendisliği projesidir, tıpkı ulus devletin bir toplum mühendisliği projesi olması gibi.
Modern mimâri, moderniteyi doğuran toplumsal şartların ortaya çıktığı Batı Avrupa’da bir derece anlamlı olsa da o şartların çok uzağında/dışında olan Osmanlı-İslâm Devletinde tatbîki ise bir o kadar anlamsız ve yanlış olmuştur. Öncelikle bize önerilen Batılı ev ve şehir modeli Osmanlı-İslâm ev mimârisi ve şehirleriyle kıyaslanamayacak derecede geri ve ilkeldi, daha da önemlisi millî kültürümüz ve örfümüzle bağdaşmayan birçok aykırılıklar taşıyordu. Modern mimâri ise adı üstünde ideolojik ve halkın aslî (mesken v.b.) ihtiyaçlarını karşılamaktan öte endüstriyel kapitalizme yeni sahalar açmak üzere bir proje olarak ortaya konmuştu.
Oysa aynı dönemlerde Selçuklu-Osmanlı mimârisi 800 yıllık tecrübe ile kemâl ve olgunluğun zirvelerine ulaşmış bulunuyordu. Üstelik Batılı’lar bizim şehirlerimizi çok beğeniyor, kitap ve gravürlerle bu güzellikleri ülkelerine aktarmaya çalışıyorlardı. Ben yirmi’ye yakın hâtırat ve seyahatnâmede bu hayranlık ifadelerini tespit etmiş bulunmaktayım. O halde bizdeki tercih değişikliğinin başka nedenleri olmalıdır. Kanaatimce bunca ısrarın sebebi modern mimârinin millî mimârimize üstünlüğünde değil, modernleşmenin ancak dayatma ile hızlandırılabileceği düşüncesinde aranmalıdır.
Batılı’lar kendi kültür ve değerlerini başka milletlere Din(Hrıstiyanlık) yoluyla doğrudan değil Modernleşme yoluyla dolaylı olarak aktarmaktadırlar. “Misyon”dan gelen “misyoner” kelimesi Dîni (Hrıstiyanlığı) yayan kimseler demek değildir, misyoner öncelikle Batılı/Avrupâi yaşamın bir kültür olarak Batılı olmayan toplumlara aktaran öncüler demektir. (1)  İşte tam da bu noktada Tanzimat kadrolarının kendi halkına karşı âdeta Batılı misyonerler gibi davrandıklarına şahit oluyoruz.

İLK ADIM APARTMANLAŞMA
Ülkemiz 19. ve 20. asırda büyük çalkantılar yaşamış, inkılâplar, devrimler ve ihtilâller birbirini peşi sıra kovalamıştır. İmparatorluk dönemlerinde, devlet tarafından adı konulmadan ve yavaşça, Cumhuriyet döneminde ise açıkça telâffuz edilerek ve devrimler hızıyla sürdürülen Batılılaşma çabalarıyla milletimizin aslî değerleri değiştirilmeye çalışılmış ve bunda büyük ölçüde muvaffak olunmuştur. Yeni kadrolar Türkiye’nin rotasını İslâm’dan çevirip Modernizm’e doğru kırmışlardır. Hedef artık Batılılaşma olarak tayin edilince her sahada taklitçilik ve Batı’ya öykünme de bu dönemlerin temel karakteristiği olmuştur. Bu mesele çok bilindiği için uzatmıyorum.
Bu hengâmeden din, dil, kültür… herşey zarar gördüğü gibi en çok da mimâri zarar görmüş, evlerimiz tahrip edilmiş, eşyalarımız değiştirilmiş, şehirlerimiz yıkılıp yok edilmiştir. Mesken ve şehircilik geleneğimize en büyük darbeyi vuranlar Tanzimat’ı ilân eden yönetici kadrolar olmuştur. Tanzimatçılar yapı geleneğini asırlar boyu devam ettiren (mimar ve kalfaları yetiştiren) yapı loncalarını âni bir kararla kapatmışlardır. Tanzimat idarecileri elbette bu loncalar kapatılmadıkça İslâmi yapı geleneğinin devam edeceğini biliyorlardı.
Bu dönemde şehircilik tercihleri açısından getirilen en önemli değişiklik geleneksel İslâmi hayat ile uyuşmayacağı bilinmesine rağmen Batı tarzı apartmanların bu ülkede başlatılması olmuştur. Batılı’lar apartmanlaşmanın modern yaşam tarzını hızlandıracağı düşüncesi ile apartman yapımına geçilmesini şart koşmuşlardır. Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı Hoca bir televizyon programında 1839 Tanzimat Fermanı’nın mahfuz maddeleri arasında apartman yapımının teşvik edilmesi hususunun yer aldığını ifade etmiştir.
Ülkemizde apartmanlar ilk defa gayr-ı müslimler tarafından Beyoğlu(Pera)’nda inşa edilmiştir. Halkımız kültürel dayatmanın farkında, uzun süre apartmanlardan uzak durmuş, müstâkil evlerinde oturmaya devam etmiştir. Ancak sonra gelen nesiller bu eski hassasiyeti kaybetmişlerdir.




MODERNİTENİN DOĞASI TEKTİPLEŞTİRME
Bu ülkede; halklar, coğrafyalar, iklimler, dinler, kültürler ve yaşam biçimleri çok çeşitlilik arzettiği halde neden evler birbirinin aynısı veya benzeri 1+1, 2+1, 3+1 tipli apartmanlardan yapılmaktadır hiç düşündünüz mü?
Modernite ve onun demir yumruğu ulus devlet insana ve hayata dair ne varsa standartlaştırmak ve tektipleştirmek ister. Ulus devlet farklı anlayış, farklı ses ve farklı kültürlere tahammül etmez. Bu farklılıkları anlamak için ne çaba gösterir ne de zaman ayırır, bilâkis farklılıkları yok etmeye çalışır. Ulus devletin farklı düşüncelere refleks göstermesinin temel nedeni de bu aslında.
Mimâri ve şehirleri tektipleştirmek de modernleşme hedefleri arasındadır. Tek ulus, tek bayrak, tek fikir, tek kültür… projelerinden sonra şimdi de ülkemizde “tektip” apartman ve toplu konut sitelerinin yeni bir iskân politikası olarak uygulamaya konulduğunu görüyoruz. Bu politika ile âdeta yeni bir “modern müslüman” modeli yaratılmak istenmektedir. Bu husus meselenin vehâmetinin farkında olmadığı anlaşılan iktidar partisinin her seviyede yetkilileri tarafından ne yazık ki övünçle ifade edilmektedir. (2)
Bir asır önce Batılılaşma hedefiyle tektipleştirme projeleri başlatıldığında “- yok daha neler” denilen birçok şeyin bugün ne yazık ki başarılmış olduğuna dikkatinizi çekerim. Neler mi meselâ? Herkes aynı okullarda aynı eğitimi (tevhid-i tedrisât) alıyor, herkes aynı askerliğe talim ediyor, herkes aynı tarzda kapitalist üretimlerde çalışmıyor mu? Herkes aynı hazır gıdaları yiyor, aynı meşrubatları içiyor, aynı tekstil ürünleri giymiyor mu? Herkes aynı homoekonomicus (para peşinde koşturan) insan tipi haline gelmedi mi? Düşüncelerimiz bile aynılaştı, tepkilerimiz hatta tepkisizliklerimiz bile.
Bu ülkede geçmişte sağ ve sol partiler gibi bugün de iktidardaki muhafazakâr parti ideal şehir tasavvurunu modernlik üzerinden tarif etmektedir. Hatta Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın modernleştirme projesini hızlandırmak üzere kurulduğu ifade edilmektedir.  Bundan böyle ülkemizde bütün şehirlerin “kentsel dönüşüm” ve “kentsel yenileme” adı altında birbirinden ayırdedilmesi imkânsız standart/tektip/ruhsuz şehirlere dönüştürüleceği bir faraziye olmaktan çıkmış, realite haline gelmiştir.

Ben; aklı, kalbi ve duyguları modernlikle örselenmiş halkımızın bu projeye en azından kısa vadede bir cevabı olacağını düşünmüyorum. Kezâ şu ana kadar yapılan kentsel dönüşüm uygulamaları göstermiştirki halkı ranttan başka bir mesele ilgilendirmemektedir. Mâzisinde; kanaatkâr, diğergâm, hamiyetli ve haysiyetli bu asîl milletin şu kahrolası modernleşme, kalkınma ve büyüme ideolojileriyle ne hale getirildiğine üzülmemek elde değil, çok yazık. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:
“Bir toplum kendisini değiştirmedikçe, şüphesiz Allah da onların durumunu değiştirmez.” (3)
DAYATMA İLE NETİCE ALMAK
Ülkemizde modernleşme projesi çerçevesinde yapılan bütün çalışmalar Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki kaba kuvvet ve şiddete dayalı dikey yöntemleri hariç tutarsak umumiyetle toplum mühendisliği (4) yöntemleriyle yatay bir seyir izlemiştir. Gerçek mânâda muhalefet kültürü olmadığından bütün inkîlap ve devrimler “ben yaptım oldu” dayatmalarıyla kolaylıkla gerçekleştirilebilmiştir.
Bugün de durum eskisinden farklı değil aslında. İktidar yine halka sormuyor ve yine bildiğini okuyor. Aile Araştırma Kurumu’nun 1992 yılında yaptırdığı bir ankette altmış bin kişiye evde mi apartmanda mı oturmak istersiniz sorusu sorulmuş, katılımcıların % 93’ü “ev”i tercih ettiğini belirtmiştir. (5) Bu oran 2010 yılında biraz azalsa da halkın hâlâ % 75’inin müstâkil ev istediği görülmektedir. (6) Fakat buna rağmen devlet modern hayat tarzını dayatan apartman ve toplu konutlar yapmaya devam etmektedir. Bu iktidar döneminde modernleştirme projesi daha sistematik şekilde bütün ülkeyi kapsayacak şekilde hızlandırılmıştır. TOKİ şehirlerden sonra kasaba ve köylere de girme kararı almış, bunun için ilk etapta 800 ilçe tespit etmiş bile. (7)
Düşündüğümüz gibi mi yaşarız yoksa yaşadığımız gibi mi düşünürüz sorusunun cevabı göstermiştir ki, düşünce tarzları hayat tarzları tarafından belirlenmektedir. İnsanlar ekseriyetle düşündükleri gibi değil, yaşadıkları gibi düşünürler. Bu sosyal gerçekliği bilen liderler/önderler toplumu istediği istikâmette dönüştürmek için önce dışta/biçimde değişiklik yaparlar. Meselâ kıyafet devrimi, harf devrimi… bu şekilde dışta/biçimde yapılan devrimlerdir. Dış/sûret değişince iç/sîret de değişmeye başlar. Dış modernleşince içlerimiz yani kalplerimiz de modernleşir, bir de bakmışsınız herhangi bir Batılı’dan farkımız kalmamış.
Bugün geleneksel evlerin yerine modern binaların yapılmasının mantığı da işte bu taktiksel düşünceye dayanmaktadır. Önce apartman (şimdilerde rezidans) yapalım, dışı/kabuğu değiştirelim, halk buralarda oturmaya başlasın, Batılı hayat tarzını görsün, onların ev düzenini kursun, eşyalarını kullansın, zaten ilâve birşey yapmaya gerek kalmayacak, toplum kendiliğinden modernleşecektir.
Apartman ve siteleşme (modernleşme) dayatmalarına karşı çıkmak “kendimiz” kalabilmenin gereğidir.

TANZİMAT’TAN BUGÜNE
Tanzimat dönemi sadrazamı Mustafa Reşit Paşa henüz Londra’da elçilik yaptığı sıralarda bu şehre hayran kalmış, Avrupa şehirlerini örnek alıp taklit etmemiz gerektiğine dair Hâriciye Vekâleti’ne lâyihalar (mektuplar) yazıyordu.(8) Esas itibariyle bu şehirde onu cezbeden hususlar, mektuplarına bakılırsa, ızgara biçiminde geometrik caddeler, 7-8 katlı kargir sıralı apartmanlar ve yine bizde rastlanmayan meydanlar gibi birkaç mesele ile sınırlıydı. Gerçi onun o gün hayran kaldığı otoriter (emirle planlanan) şehir modeli bugün yerini “halkın katılımı” fikriyle şehir kararları alınabileceği modeline bırakmştır. Bir de tabi dile getirilemeyen esas sebep başkaydı, Reşit Paşa şehirlere ruh veren “değerler”in farkındaydı ve bizim “değerler”de değişikliğe gitmemizi istiyordu.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında ise şehirlerimizin imarı için Batı’dan mimarlar getirilmiş, çözüm onların hünerli ellerine bırakılmıştır. Mustafa Kemal Paşa Alman mimar Jansen’den Ankara’da o günler için hiç ihtiyaç olmamasına rağmen sırf Avrupa’da görüp hayran kaldığı geniş bulvarların açılmasını talep ediyordu. (9) Hal bu ki o günlerde Ankara’da sadece 5-6 tane araç bulunmaktaydı. Yine Mustafa Kemal Paşa İstanbul’un imarına talip olan Fransız Le Corbusier’in “İstanbul’u olduğu gibi muhafaza edelim ve bu şehri bir müze şehir olarak bırakalım, yeni İstanbul’u sur dışında kuralım” şeklindeki mâkul teklifini ise şiddetle reddetmiştir. (10) Bu fikir, eğer İstanbul böyle planlandığı takdirde Osmanlı’yı/İslâm’ı hatıra getireceği için kabul edilmemiş, İstanbul’u âdeta yıkıp yeniden yapmayı teklif eden Alman mimar Bonatz’ın teklifi kabul edilmiştir. Yukarıdaki iki misâl şehirlerimizin ne zaman bozulmaya başladığını ve kimlerin bu işte dahli olduğunu gayet açık izah etmektedir.

1950-60 yılları arasında Demokrat Parti döneminde de aynı anlayış, aynı hatalar silsilesi devam etmiş, İstanbul Batı’yı taklit eden plan uygulamaları ve bunu fırsat bilerek Osmanlı ve dahi dolayısıyla İslâm izi bırakmamaya niyetli bir zâlim tâife yüzünden otuzbin kıymetli tarihi eserini (ev, konak, cami, han, medrese ) on yıl içinde kaybetmiştir. 60-80’li yılların hükûmetleri de benzer yanılgılarla şehir içindeki müstâkil evleri yıkarak yerlerine çok katlı apartman yapımını dikte eden imar planlarını uygulamaya devam etmişlerdir.

Günümüzde ise iskân meselesinin çözümünün her ne olursa olsun bir sayısal hedefi tutturmak seviyesine düşürüldüğünü görüyoruz. Mesken meselesinin ferdî, içtimâi, ahlâkî, sıhhî ve çevresel etkileri görmezden gelinmiş, yüzbinlerce beton apartman ve toplu konut yapılarak milletin oraya yerleştirilmesi ne yazık ki bir amaç ve yeni şehir politikası olarak tayin edilmiştir.
Ben ise; Batılılaşma dayatmalarını eleştirerek bugünlere gelen muhafazakâr kadroların mevcut zihniyeti reddetmeyip perçinleştirdiğini ve modernleşmede atılamayan adımları da atarak projeyi tamamladığını geç gördüğüme hayıflanıp duruyorum.
---------------------
(1)     Prof. Dr. Azmi Özcan, Yedikıta Dergisi, 24.01.2013
(2)     “Çevre ve Şehircilik Bakanı, Güneydoğu Anadolu’nun incisi …şehrinin modern şehir havasını yakaladığının görüldüğünü, bunun da çok gurur verici bir hâdise olduğunu ifade etti.” Akşam Gazetesi, 12.07.2012
(3)     Kur’an-ı Kerim, Rad Sûresi, Ayet 11
(4)     Modernleşme projelerinde kaba kuvvet ve şiddete dayalı cebrî/dikey yöntemler kadar “toplum mühendisliği” gibi tedrîci/yatay yöntemler de kullanılmaktadır. Ancak dikey dayatma yöntemlerinin dirençle karşılaşma ihtimali yüzünden tedrîci yöntemler, emperyal tecrübe tarafından daha çok tercih edimektedir. “Toplum mühendisliği” dayatmalara karşı henüz direnç ortaya çıkmadan evvel yok edilmek üzere bir yöntem olarak planlanan süreçleri ifade etmek üzere kullanılmaktadır.
(5)     Aile Araştırma Kurumu Kamuoyu Araştırması Raporu, Marmara Üniversitesi, 1992
(6)    Vakit Gazetesi, 10.04.2010, İnşaat Teknolojileri Üreten Antalya Merkezli Bir Firmanın Araştırma Raporu
(7)     Yeni Şafak Gazetesi, 13.01.2011
(8)     Prof. Dr. İlhan Tekeli, Ülkemizde Planlamacılığın Gelişimi, Konferans Notları
(9)     Prof. Dr. Cengiz Eruzun, Bakırköy Mimarlar Odası, Yerel Yönetimler ve Kentleşme Forumu
(10)  Prof. Dr. Enis Kortan, Le Corbusier Gözüyle Türk Mimarlık ve Şehirciliği, Boyut Yayınları

semihakseker@gmail.com
---------------------

Makaleyi indirmek için;  http://ge.tt/87uZwpi/v/0


7 Haziran 2013 Cuma

Derinleşsin ben içerledikçe ruhumdaki sakarlık...



















kısa pantolon, paslı çakı, dizde kabuk bağlamış yara
kısa çakı, paslı pantolon, gözde yarası kalmış kabuk

Nazlan
Sitem et
Kırıl bana
Beni geç vakit
Tek başıma suya yolla
bahçede yüzünü öteye çevir
Güle hayret ediyormuş gibi yap
Gülümseyerek konuş da başkalarıyla
Somurt avluda sadece ikimiz kalınca
Kızıp en sevecen adımlarla üst kata çık
En sevdiğim çiçeğin saksısı kaysın elinden
Derinleşsin ben içerledikçe ruhumdaki sakarlık

Yamru bastım iş değildi hake çakılmak bayırdan
Dağ sıra dağdı hangi haşin belden yol veresi
Gece hep süzüldü yukarıdan lakayt kehkeşan
Altımda beni hep yutmaya çağladı nehir
Yetişir heceleme(n) sök beni bir kere
En zoruma gideni yap hegame getir
Çel beni tökezlet tuttur çitlere
Ahla istida edecek ahval değil
Kim bana kıymazsan bilebilir
Dünya dedikleri samut küp
Acılar tıkandıkça bende
Hep seni seslendirir
İsmet Özel

2 Haziran 2013 Pazar

Bir umudum sende, anlıyor musun?


AnadoluBeşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun ?

Utanırım,
Utanırım fukaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun ?

Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun ?

Nasıl severim bir bilsen.
Köroğlu'yu,
Karayılanı,
Meçhul Askeri...
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.
Sonra kalem yazmaz,
Bir nice sevda...
Bir bilsen,
Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen, Urfa'da kurşun atanı
Minareden, barikattan,
Selvi dalından,
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim,
Duyuyor musun ?

Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.

Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun ?
 AHMED ARİF

1 Haziran 2013 Cumartesi

Hüzün ve Sakinlik





 '' Hüzün ve sakinlik mümin'in ganimetlerindendir!

  '' Hüzün mü? Hayır Sakinlik mi? Hayır,

  Hüzün ve sakinlik...

  Acı ancak seni mutlu bir beklentin olduğu zaman rahatsız eder. Hüzünlü huzur. '' ,

 demiş sizi rahatsız etmeye geldim diyen adam :)

Var olmuşluk,

'' Oluş ''larını hep kara gün hatırına yok edeler.

''Stok'' yapmak için hayattadırlar ve yaşarlar.

Hayatlarının anlamı ve yaratılış felsefeleri stoklamada gizlidir.

Varlıkları ''var olmuşluk''larından ibarettir!


Ali Şeriati - Hubut&Kevir